20051028

erol evgin vs ömer hayyam

bugün itibariylen bir haftalık tatilin en cuma gününde olan silenzio is a happy man. tatilin kötüsü olmaz, bu cidden böyledir, en kötü misler gibi yatarsın, ama hakkatten yatarsın, kollarını açarsın, sağa sola dönersin yatarsın, uyuyakalırsın, uyanırsın, kaldığın yerden yatmaya devam edersin.

itiraf etmek gerekirse uykuyu bulan insanı tebrik ediyorum, bana kalırsa elektrikten daha bi faydalı bir icattır, en azından uykunun faturası yoktur, devlet herşeyi kesebilir ama uykuyu kesemez. mesela aynı devlet avrupa birliği falan gibi konularla uğraşmak yerine erol evgin denilen amcanın abuklu sabuklu ne kadar televizyon programı varsa sırasıyla çıkmasını yasaklasa, daha bi hayırlı, erol evgin uyusun mesela, bi daha da uyanmasın.

ömer hayyam ise "ayağa kalk, uyumak için önünde sonsuzluk var" demiş, hocam haklısın da olmuyor yani, bırak biraz uyuyalım, dönüşümüz muhteşem olacak.

erol evgin de bayram ekranlarında "şiribomla bayram keyfi", "bayramın içi dışı", "şeker gibi bayram" programlarına rezervasyon yaptırmış.

lakin ben, julia'yı da alıp düdüüüt gidiyorum buralardan, istanbula iyi bakın, arada şiir falan yazın biz yokken, öyle şeyleri pek sever bu şehir. küçük kasabamdan yazarım.

20051026

(this picture has been taken by silenzio on 251005)

Herhalde çocuk meselesi birazcıkın yaş meselesi, meselam ben üç sene önce de yanımdan geçen bebek arabalı miniklere annelerinden kaçak agu yapardım ama şimdi bööle satılan birşey olsa gidip alasım falan geliyor, kazandığım bonuslarla da çocuk maması. Kızlarda durum daha bi değişik, onları anlıyorum, hormonal meseleler, içgüdü, cennet ayak hesabı şeyler, bi de şimdi arkadaşları falan evlendikçe gaza geliyorlar, bana ne oluyor, onu anlamıyom.

Mesela bizim patronun bebişi var bitane, çok zor, sabahın köründe falan kalkıyor adamcağız, tatile gidemiyorlar, akşamları çıkamıyorlar, pek bi dertli, lakin çok neşeli fotoğrafları var, benim çocuğum olmadığından hiç fotoğrafım yok, salak arkadaşlarımla çekilmiş olanlar var ama onlar da şirin değil.

Bi tane de aile vardı, görmüştüm bir yerlerden, onlar her sene aynı gün aynı yere gidip fotoğraf çektiriyorlardı, düşünsenize elli sene sonra ne harika olur bakmak, sen parmak kadardan eşek kadara aha böyle evrim geçirdin küçük osman falan diye gösterirsin, güzel yani.

Ayrıca benden kim niye çocuk yapsın, o konuya değinmiyorum bile.

Tabiiii diceksiniz ki yahu silenzio musun kimsin, sen önce kendini bi doyur, iflasın eşiğindesin, borç batağındasın, kendine bakamıyon, julia olmasa belediye evi çöp ev diye basacak, ne çocuğu..

20051024

a

dinlediğim en iyi şarkı ve sözleri..

Sia -- where i belong

--------
We lose
Yet we want to spare the feelings of those we love
Don't cry
We've all lied
But there is always room for forgiveness my friend

So don't treat me bad
just be glad I am strong
I know where I belong
And soon you will see we are blessed and complete
There's a place here for you with me

Shine
You're fine
See I will always have a smile for you my love
And still
We will be ok and along the way we'll learn a thing or two

20051023

f


Habertürk giderek cozutan ve ne işe yaradığını anlayamadığım bir şekilde “ bayramda alışveriş merkezlerini kapatmayın” diye bir kampanya başlattı. Hatta abartarak “alışveriş yapmamız engellenemez” gibi bir sloganları falan da var. Sanırım birileri bizimle dalga geçiyor, gerçekten. Bu ülkenin o televizyonu izleyen (ki mevzu digiturk’ün özel bir kanalında gerçekleşse tikiler saçmaladı deyip geçeceğim) ayda iki yüz milyon lira ile geçinmeye çalışan yaklaşık 20 milyon insanı var, ne alışverişi ne merkezi, pazarlarda tezgah altından meyva sebze toplayanları da siz yayınlıyorsunuz, deli olmak içten bile değil.

Merak eden varsa bu satırları yazan kişi tüketim toplumunun tamamen esiri olmuş, kredi kartlarının batağına düşmesi an meselesi, o alışveriş merkezlerine gitmeyi de seven ve bu ülkedeki gelir düzeyi iyi iki milyon şanslı kimsenin içinde bir kişidir. Bu tamamen benim sorunumdur, param varsa harcayacak vakti de gayet iyi biliyorumdur. Ama bu kadar saçma ve tutarsız birşeyin haber kanalı olarak geçen bir bozuntuda yayınlanması beni hasta ediyor. Aç kardeşim sen de o zaman ntv’yi diyen olursa, bunu zaten yapıyorum, lakin bu magazin kültürü ve bizim kadar bilinçli olmayanlara bilinçli bir şekilde izletilenler, sanırım elimizden daha iyisi geliyor.

galiba biraz da biz yapıyoruz. iş yerinde amerikada mba yapmış ve cnn'i takip eden arkadaşımın türkiye haberleri için bu zibidilerin sitesine girdiğini görünce şaşırmıştım. pop kültür hayatımızın en değişmezlerinden bir tanesi oldu çıktı, birileri kavga etsin, inanılmaz bir trafik kazası görüntüleri olsun, üç kişi doğransın beş kişi canice öldürülsün pek bir heyecanla takip ediyoruz. harika bir insan diye nitelendirdiğim eski patronumun amerikadaki kasırga görüntüleri, ikiz kulelerin uçakları gibi sıradışı şeyleri izlemekten keyif aldığını itiraf etmesi beni benden almıştı.

kaçımız düzenli bir şekilde gazeteyi takip ediyoruz ki, kaç kişi 5 ay süründürmeden kitap okuyor, bienalde görebileceğiniz yabancı ziyaretçi sayısı bizlerle eşit, kaçımız tiyatroya gidiyoruz, bu liste uzar gider...

----------------------------------------------

"One night stand kültürüne ağırlık verilmesini istiyorum. Sex and the City nekadar izlenirse o kadar rahat ederiz. Onun tekrar yayına girmesini istiyorum." yunus günce // boyun psoun devrilsin diyorum kendisine

v0

Sana dair mısralar geçiyor aklımdan, ihtimaller ülkesinde iki-sıfır gelen bir masaldı bizimkisi, mısraları unutuyorum, sen salonun köşesinde biryerden bana bakıyorsun, gözlerimi kaçırıyorum, kaçıyorum, kaçamıyorum.

Sonra uykum geliyor, harika yalanlar söylüyorum kendime, inanıyorum, inanmıyorsun, sabah oluyor, aynı şarkıyı dinliyorum, yabancı sözlerin arasında çıkageliyorsun, ingilizcesi üç gelmiş ve velisine daha fazla çalışması söylenmiş çocuklar gibi aklımı karıştırıyorsun, kalabalığa karışıyorum, yokum.

Deniz kenarı bi yokluk bizimkisi, martılar gülüyor halimize, gülümsüyorsun, çay içiyoruz, takım elbise giymiş adamların ciddiyeti ile hesabı istiyorum, kredi kartı geçmiyormuş bazı borçları öderken, çantandan küçük bir ayna çıkartıp saçlarına bakıyorsun, öyle güzeller ki, bense aynalardan korkuyorum, simitlerin susamlarını bahşiş bırakıyoruz, peşimi bırakmıyorsun.

sinemaya gidiyoruz, kahramanlar ne kadar mutlu, genç kızın sevgilisi çiçek almış, ben hiç çiçek almadım sana oysa, pişman oluyorum, papatyanın koparılan beyazlıklarında seviyor sevmiyor parabolünde çok seviyor çıkıyorduk neyse ki, şimdi sessizlik olmuş ülkelerin haritalarda bulunamayan başkentlerinde birbirimizi özlüyorduk, genç kız yürümeye başlıyor boş bir sokakta, genç kızın sevgilisi peşinden gidiyor yavaş adımlarla, film bitiyor, bitiyoruz.

Herşey için çok geç’e keşke böyle olmasaydı kala unuttuğum sigaralardan bir tane yakıp, hiç unutmadığım yok yanlarımı söndürüyorum. Gazetelerin resimlerine bakıyorum sonra, köşe yazılarının içinde saklı şifreleri çözüyorum bir bir, bir sigara daha, kayıp şeylerin yerini tespit ediyorum, bana da söyle diyorsun, cümleler susuyor, ben anlatıyorum oysa, derken polis geliyor, delilleri teslim ediyoruz, beni alıp götürüyorlar.

sen masumsun.

20051019

a

Bundan yüz yirmi sene önce lise öğrencisi falan iken kanun hükmünde bir kararname ile yatağa gitme saatim saat onbir olarak belirlenmişti. Saat onbuçuk olunca başbakan demeçlerde bulunmaya başlardı, hadi kalk artık falan diye. Çok kaçırılmayacak bir dizi, futbol maçı olduğunda ise cumhurbaşkanının izni ile daha fazla uyanık kalabilirdim. Saçma gibi gelen bu uygulama aslına bakarsanız oldukça haklıydı (cumhuriyet gazetesi, 14 kasım 1976) çünkü halk olarak ne kadar uyumamız gerektiğine karar veremezdik, bıraksalar sabaha kadar uyanık kalırdık, cumaları da en fazla bu yüzden severdik zaten. Şimdi rejim değişti, diktatörü olduğum hayat oniki deyince gözlerini kapatmak zorunda kalıyor.

Sen yoktun tabii o zamanlar, benim kafam ancak derslere çalışırdı, ders çalışırdım.

O vakitler yanımızdaki külüne muhtaç olduğumuz daireyi üniversite öğrencileri işgal etmişti. Yukarıdaki saat onbir olunca, yattığım yerden gürültülerini dinlerdim, iki erkek kalıyorlardı, iki de kız arkadaşları geliyordu, çarpsan da toplasan da dört kişi. Garip bir aşk hayatları vardı, en azından ikisinin, kavga falan ederlerdi, ertesi akşam ise şuh kahkalar duyardım, genelde gülerlerdi, hiç gitmediğim o evde dünyanın en süper vakitlerini geçiriyorlar diye düşünürdüm, aklımda c şıkkını işaretlemek takılı kalırdı.

Tabii sen yoktun zamanlar o, benim ondokuz doğrum bir boşum bir de senim yoktu.

Üniversite kazanılması gereken birşeydi, kazanıldığı zaman pek eğlenceli oluyordu çünkü, tabii bazen bokunu çıkarttırdı örnek abi ve ablalarım, ben de yattığım sırtüstü şekli bozmadan rövaşata pozisyonu geçer, ortak duvarımıza tekme atardım, yetmezse de cumhurbaşkanımız kapılarını çalar darbe yapardı. Ben uyku, onlar sessiz ööle takılırdık.

Sen yoktun o zamanlar tabii, ben de çocuktum zaten, çocukmadığımda seni arardım.

Akademik başarılım ise hala okulun koridorlarında konuşulur, hey gidi günler hey, hocalarımın gözlerinden öperim, ne söyleseler not alırım.

20051018

Su,












gitti
.

20051017

hani herkesin içinde küçük bir çocuk vardır ya; benimkisi acıların çocuğu..

Birden yağmur yağmaya başlar, oysa daha birkaç saat önce hava durumlarında durmadan hatırlatmıştır spiker, güneyden gelen soğuk rüzgarlar üşümenizi sağlayacaktır, eylül bitmiştir, bu mevsimde çok dikkat etmelidir üçüncü tekil sahışlar grip salgınına karşı. dinlememişsinizdir, altı üstü bir su damlasıdır çünkü kafanıza düşecek olan ve bir eylülün arifesinde size hiçbirşey yapamaz kelime oyunları, devrik cümlelerin deviremeyeceği kadar iyi tanırsınız kendinizi, kendiniz için yaşarsınız çünkü, dizilerdeki kadar kahramanca sevemezsiniz kimseyi, kimselerin sizi öyle sevemeyeceğini düşünürsünüz, haklısınızdır da, bir insan bir diğerine ne diye en çok dinlediği şarkılar listesinde birinci sıraya çıkarsın ki, tebrikler, aramıza hoşgeldiniz, biz de tam çıkıyorduk, başka bir zamana artık, karpuz keseriz, yerseniz..

buyrun buradan yakın, buranın sigaraları pek güzel..

20051015

s

Sonrasında dedim ki bak bu iş böyle olmaz, ya kendine doğruları söylemelisin ya da yalan olduğunu unutmalısın. söylemek kolay tabii, kimse sınav yapmıyor sonuçta, sınav yapsalar DC alır geçerim ben, kendimden geçerim akabinde.

Alberta sigarasını almak için masaya doğru ilerlerken sessizliğinin ne zaman son bulacağını merak ediyorduk. Herşey hakkında susabilirdik, Su’suyordum lakin. Sonrasında dedi ki şuradan birkaç tane smiths koysana, bari dinleyip kendimize gelelim. Kendimiz nerelerdeyiz alberta, nereye gitmemiz lazım kendimizin bize gelmesi için, bi kere gelse bi daha gitmez mi mesela bu kendimiz, bağlasak durmaz mı artık buralarda, susmak + 1.

Oysa ikimiz de almanyadan akrabaları gelmiş, gelirken bagajın arkasında kutu kola, türlü çikolata, küçük oyuncak arabalar getirmiş çocuklar gibi mutlu olmayı hakediyorduk. Cebinde yıkanmış ama farkedilmemiş bir beş milyon bulan insanlardan olmalıydık bu saatlerde. Tam kapıdan çıkacakken okulların tatil edildiği bir kar gününde yaşamalıydık, herşey harika olmalıydı, olabilirdi yani, neden olmadı ki..

Sonrasında en iyisinin yaşlı bir teyzeye dönüşüp esraceyhansal programlara konuk gitmek olacağına karar verdik, ben gelinlerin yanını tutacaktım, o da haksızlık olmasın diye annelerin. ben sizi dinledim diyecektim sayın alberta, lütfen siz de aynı saygıyı bana gösterin. Göstermeyecekti, birbirimize girecektik, reklam girecekti, reklam arasında öpüşüp barışacaktık.

böyle işte..
Dağılın artık, toplayacak birşey kalmadı..

20051012

a

yeşim salkım ile ilker inanoğlu bir organizasyonda aşklarını basından hiç gizlememişler, yeşim hanım şarkı söylerken sürekli sevgilisinin gözlerine baktı, sevgilisi de on baktı, başka karıya kıza hiç bakmadı yaaaaaaa...

yeşime de koyayım, ilkere de..

size birşey olmasın..

20051011

v4

No love, no glory

Verdana mı daha çok acı çeker yoksa arial’in gözlerine kaçak bakan italik bir hali mi? Nereden gelirsin sen, böyle ansız, her an gidecekmiş gibi, oysa daha yeni başlamıştık, daha yeni taşınmıştık bu şehre, bu kadar kolay mı herşey, kolaysa bana niye anlatmadı edebiyat öğretmeni, elektrikler mi kesilmişti seni çalışırken, yıldızlı pekiyilerimi hırsızlığı adet edinmiş komşunun haylaz oğlu mu çaldı, sen hep bilmediğim yerlerden soruyorsun.

Çok mu geç kaldık, o kadar çok yağdı mı yağmur, hiç mi yaprak kalmadı ağaçlarda, bir tane bile mi, bahar olacaktı, son olmayacaktı hani, sarı nereden çıktı, geldiğin yerlerde sarı mı sessizlik, bir manası olacaktı herşeyin, ikinin sıfıra giden otobüsene binecektik biz, seni saçlarının dağınık halinden tanıyacaktı kavruk muavin, beni kayıp ilanlarından, turuncu meşrubatlardan isteyecektik.

Sen hüzünlü bir yazının en gülümseyen yerinde çekingen gözlerinle bana bakıyorsun. O kadar çekiniyoruz ki hayattan, daha ne olduğunu anlamadan, anlarmış gibi yapıp aramızdan uzaklaşıyor kuşlar. Bulut olsak böyle olmazdı diyorsun, bulut olsak onlar kalır biz giderdik, içimizdeki uzaklığın başkentinde şakadan kırılganlıklar buluyoruz, caponların hain yapıştırıcıları tutturuyor seni bana, bakma sen, aynaya bakınca aslında mutluyuz.

Seni beklerken kahvenin birisine giriyorum, okeye aranan dördüncü oluyorum birden, sense mahallenin en güzel kızı. Abinden kaçak kalp resimleri çiziyorum bana sigara satmayan bakkalın duvarına, sabahleyin geçerken farkediyorsun, geçiyorum aklından ama sen aklıma gelme, sen geldin mi gitmek bilmiyorsun.

Sonra geç oluyor, uyuyoruz artık, nefesinin değdiği yerlerde üşüyorum, uyku sersemi dudaklarını ufacık açıp beni öpüyorsun, bitiyorum, bittiğim ülkelerin güzel prensesisin sen, kafamdaki karışıklığın gizli mimarı, eski bir defterin son sayfasında nokta konulması gereken yerde duran kocaman bir virgül, devam ediyoruz, biraz daha yaklaşıyorsun.

Seni nefret edebilecek kadar çok seviyorum.

20051010

a

bizim marketteki manyak amca ve sakin oğlunun garip bir satış stratejisi var, dört paket sigara almak isteyince: kalmıyor, daha kapatmaya çok var, senden sonra gelenlere satamayız.. gibi bir beyanatla yalnızca bir tane, eğer o gün şanslı günümdeysem iki tane veriyorlar.

iş iddiaya biniyor tabii, tanesine yüz dolar veririm, yeter ki o sigaralar benim olsun bakkalamca diyorum, faydasız.

yok yok, kesin sopa yicem ama ne zaman bekliyorum. baba oğul girecekler bana birgün..

işte o gün herşey bambaşka olacak..

sigaralar, bir sürü sigaralar, bi de kültablası.

a

  • şu yaşa geldim, bi tane milli başarım başarım yok, elin oğlu onyedisinde döktürüyor, teknik direktöre koşuyor, çok koyuyor vallahi..
  • elektrikli battaniyeler vardı bir aralar, belki hala vardır, mesela akşam uyurken işesen falan, çarpılırsın değil mi, bunu düşündüm, evet, çarpılırsın.
  • hurma dünyanın en bi şirin ve tatlı meyvası, portakal falan yalan, hurmayı yaşatalım arkadaşlar, yalnızca ramazana atfetmeyelim, yazık, bir değer yitiyor..
  • gol atan futbolcunun maçtan sonra: "zaten Ahmet abim de gol atacaksın demişti" demesi, "gol atacağımı biliyordum, Rıfkı'ya söyledim, bunu ona armağan ediyorum" açıklamaları ne kadar gereksiz. ulan hayvan, gol atamayınca da " atacam zannettim ama olmadı, Hüseyin kesin atacaksın demişti" diye beyanatta bulunsana yiyosa, yemez..

20051008

bienal



bildiğiniz gibi Bienal devam ediyor. bu seferki konu ise İstanbul. tabii yalnızca İstanbul üzerine hazırlanmış çalışmalar yok, temel olan bu sembolden yola çıkarak insan ve şehir üzerine yoğunlaşılmış, birkaç da oldukça alakasız eser var.

özellikle Phil Collins'in the smiths hayranlarına karaoke imkanı verip onları görüntülemesi harika. belki hatırlarsınız ağustos sonlarında balans'ta bir gece bu aksiyon için parti yapılmıştı, hatta smiths'le alakalı bir yazı yazdığımı nasıl olduysa farkedip mail atarak davet etmişlerdi beni de, yazık ki gitmemiştim. tabii Phil amca bu çalışmayı bir sürü ülkede yapmış, hatta ilanlarında da dünyanın acı çekenleri birleşin diye de açık açık yazmış. The smiths ile tanışmamış olanlar var ise bu söylediklerimin yarısı taca çıkıyor tabii zaten o arkadaşlar ömrü billah gol atamazlar.

Servet Koçyiğit'in süpürgeli tasarımı, Michael Blum'ın Safiye Behar çalışması (ki Safiye Behar'ın hayatı ve Atatürk ile olan ilişkisini muhakkak görün), Dan Perjovschi'nin Bilsar binasındaki duvar çizgileri, Daniel Guzman'ın isimsiz videosu ise takdire şayan.. çok sıradan ve eee bundan görmüştüm ben dedirten "happening" çalışmaları da var, olmuş bitmiş şeyler, kapatıyorum o bahsi.

istiklalden başlayıp eminönü'ne kadar farklı binalarda konuşlanmış Bienal. birinden çıkıp artık olmayan, pek de kimsenin aldırmadığı eski mimariler arasından diğerine gidiyorsunuz, aklınızda da biraz önce gördüğünüz "şeyler" kalıyor. çok keyifli..

Bienal'in antrepo kısmını ve istanbulmodern'deki yeni sergiyi ise önümüzdeki haftaya yazıyorum.

kaçırmayın derim..

a

beynimin yettiği ölçüde şekil yaptım barış güvercinleri.. ööle baktım baktım ama baktım olmayacak ben de hazır template kullandım yine, lakin üstteki resim falan bana ait, becerebildim yani, bi zamanlar c++ dersi almıştım çok faydası oldu, keşke coğrafya bilgim de iyi olsaydı, o zaman daha kolay giderdik buralardan.

ayrıca savaş aydan şener'den tiksindiğimi, parçalı bulutlu havaları nedense sevmeye başladığımı, federasyon olup bağımsızlığımı ilan etme isteğimi de belirtmek isterim.

çok fena gripph salgını var, herbikimseler herikikimselere bulaştırmış, öpüşmeyin arkadaşım nezle falan varsa, o kadar söylüyoruz.

marketçi amca bigün beni dövecek, işte o gün bütün dünya görüşüm değişecek.

işte o güne kadar sağlıcakla kalın..

20051007

ag

ehliyet kursunun giriş duvarında:

" Türk şoförü en asil duygunun insanıdır. M. Kemal Atatürk" yazısını görünce epey bir şaşırmıştım. muhtemelen Atatürk böyle birşey söyleme gafletinde bulunmamıştır lakin şoförler odası, yuvası herneyse bizim de bir sözümüz olsun diyerek uydurmuştur. tabii böyle binlerce güzel sözü de var atamızın.

peki ya cumhuriyet kurulup herşey yoluna girdikten sonra Atatürk şöyle beyanlarda bulunsa idi: " herşey hallolur, mühim olan aşktır." , " aşkın olmadığı memleketler yok olmaya mahkumdur.", " din, devlet ve aşk işleri birbirinden ayrılmalı."

o zaman ne olurdu; avrupa birliğinin kıyısındaki insanlarımız yalnızca duygu yüklü şarkılarda aşkı aramak yerine mesaj atarken böyle özlü sözleri de aklına getirirdi, belki de cidden herkes aşkın neler yapabileceğini, birin karşısına konulunca etkisiz eleman olmadığını anlardı, müzakare sürecinde aşk taramaları falan yapılırdı, ülke olarak aşka bakış açınız iyi değil gibi cümleler duyardık.

ooof oooof, ne devlet ne felsefe aşka gerekli önemi vermiyor..

20051005

yeryüzünde en itici kimi buluyorsun deseler, haykıracak nefesim kalmasa bile denizbaykal derim. yıllardır, hadi chp'dir // hadi sol parti falan dedik ama olmuyor, politika kısmına değinmiyorum bile. en sonunda abdüş'ü de deli etti, adamcağız fırladı yerinden, "al lan şu kağıdı" dedi.

bu hep böyledir, herkes uyuz olur amcaya ama nedendir bilinmez.

ahmet çakar chp başına geçse, akp falan dağılır, türkiye süper güç olur, avrupayı biz alırız içeri, net konuşuyorum, deneyin görün..

ekim, mayıs ayından birkaç sıcak gün çalmıştır. kendisine rastlayanların, cebinde bulanların, perdenin arkasında sobeleyenlerin kısa süre içerisinde bize haber vermesini rica ediyoruz, teşekkür ederiz, afiyet olsun.


(((baktık karadan olmuyor, biz de uçar gideriz.. )))


rıdvan dilmen amca galatasaray-tromso maçının devre arasında güzelce küfür etmiş, çok eğlenceli, mp3 için link veriyorum, dinleyin, siz de eğlenenin.

aha da mp3 linki..

ahmet çakar yapsa idi vermezdim, şahsına saygım sonsuz, ilkokullarda retorik dersi diye okutulmalı, şirketlere etkili sunum eğitimlerine gelmeli.

hem küfür o kadar kötü birşey değil, en azından benim gibi kısıtlı imkanlarla espri yapmaya çalışanlar için gayet yaratıcı fırsatlar sunuyor. ne yani piyano vardı da biz mi çalmadık?

20051004

tori ve devlet

bugünlerde Tori Amos'u yeniden keşfetmiş bir insan olarak, kulaklığımı takarak yollarda " la la la la.. " diyerek dolaşmaktayım. ( goodbye pisces // The beekeeper )

anlatım bozukluğu yapanların cümlelerine devlet tarafından el konulsun. kelimeler birliği "temiz bir edebiyat istiyoruz" pankartıyla sahaya çıksın. mesela ben iyi yazamadığım zamanlar yazmıyorum, iyi yazdığımı sandığım zamanlar kimse sallamıyor, öyle ortalama vakitlerde ise gol atan kaleye..

bugün telekomda medeniyete biraz daha yaklaşmak amacıyla adsl başvurusu yaparken farkettim ki hayatta olmak istediğim yer o veznelerin arkasında, çalışırken fütursuzca sigara içebilme özgürlüğüne sahip bir devlet memurluğu. o kadar rahatlar ki insan sinirlenemiyor, ulan ne güzel işte diyorsun, ne acele ediyoruz ki hakkatten, ne güzel gelmişiz devlet dairesine. gömlek açısından sorun yok lakin birkaç tane de yelek alırsam olay biter, beni durduramazlar sonra ver elini bakanlık.. (tabii onun için de üçüncü isim şart)

mesela ankaranın en güzel yanı da bakanlıklara bu kadar yakın oluşu, sürekli kocaman binaların yanından geçiyorsun, çılgınca büyük tabelalar: "Su ve orman bakanlığı".. insanın dur ben bi beş dakika gidip üst düzey temaslarda bulunayım diyesi geliyor, öyle bir coşku var yani. ayrıca sorarım Su bakanlığı olsa, benden daha iyisini bulabilirler mi, sanmıyorum, sansam aday olmazdım sevgili seçmenler, bu ülke yıllarca yanlış yönetildi, enkaz devraldık..

şimdi tayyipcan çıksa torinin la la la'lı şarkısını söylese, abdüş de onun elinden tutsa avrupa şerefine, böyle sallana sallana kırlarda koşsalar, la la la.. hoş olmaz mı?