20131121

iyi şeyler

Yürüyoruz. Ben biraz önden gidiyorum. Her zaman olduğu gibi etrafa bakıyorum, etraf benim bildiğim gibi, birkaç ay önce bacalarından duman tüten evler şimdi üzerlerine vuran ama pek de ısıtmayan güneşin tadını çıkartıyorlar. Ben evler üşür diye çok korkarım, insanlara bir şey olmaz, onlar bir yolunu buluyorlar, kediler de saklanıyor bir yere ama evler öyle oracıkta kalıyor, her taraf beyaz olunca bile öylece kalıyorlar. Güneşi görünce seviniyorum işte bu yüzden, sanırım bu bugünlük ve uzun bir zamanlık tek mutluluğum olarak kalacak. İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum. İçimde garip bir sıkıntı var.

Annemle babam arkamdan konuşarak geliyor. ‘Sen dedenin evinin yolunu biliyorsun da bizi mi götürüyorsun?’ diye soruyor babam gülümseyerek, sanki hiç gelmediğim bir yermiş gibi. Dönüp en tehdit edici bakışımı atıyorum, böyle iğneleyici sözleri pek sevmem doğrusu. Bir şeyler konuşuyorlar, iki kat üstte oturan komşu yeni bir araba almış, almış ama parayı nereden bulmuş; gelecek ay maaş zor yetecekmiş, şu borcu nasıl ödeyeceklermiş; bilmemkimin annesini hastaneye kaldırmışlar durup dururken ama kurtaramamışlar, ölmüş kadıncağız. İşte böyle şeyler, bunların ne kadar önemi var hiç anlamıyorum. Güneş iyiden iyiye kendisini gösteriyor, birazdan kaybolup gidecek ve biz buna gece diyeceğiz, geceleri gündüzden daha fazla sevdiğimi işte o an fark ediyorum.

Dedemlerin evi o üşüyen eski evlerden bir tanesi. İnsanın annesinin de babasının da babasına dede demesi ne ilginç. Dedem bizim geldiğimizi görünce verandadan doğruluyor. Elindeki sigarasını kül tablasına bırakıyor, dedeme doktorlar sigarayı bırak demişler ama o ancak birkaç dakikalığına kenara koyabiliyor. Bir gün doktorlar bana da sevdiğim bir şeyi bırak deseler dedem gibi yapacağımı biliyorum ve kızan olursa ‘benim dedem de böyleydi’ diyeceğim an aklımda yaşlı halimle birlikte dönüyor. Dedem, babam ve anneme hoş geldiniz diyor, annen içeride kızım diyor anneme, bu biraz da sen de içeri geç istersen demek oluyor sanırım, annem cevap vermeden içeri doğru gidiyor. Babam elindeki balık dolu poşeti anneme uzatıyor, bunları da götürüver diyor, işte o vakit balıkları alıp denize atmak aklımdan geçiyor, poşeti alırım ama denize kadar tüm gücümle koşsam bile peşimden gelip yakalarlar, bunun çok doğru bir iş olmayacağını bilerek vazgeçiyorum ama o içimdeki sıkıntı geçmiyor.

Dedem yerine oturmadan bana doğru yaklaşıyor, ağaca zorla tutturulmuş gibi duran ve insana pek de güven vermeyen salıncağa doğru kaçıyorum. ‘koca kız oldun, ne işin var senin salıncakta artık?’ diyor dedem. Onun da yüzünde anlam veremediğim bir gülümseme duruyor, herkesin gülümsemelerini bugün ben verdim demek ki diyorum, ziyanı yok. ‘nesi var bunun?’ diye babama soruyor dedem, babamın ‘huysuz işte, nesi olacak’ cevabı bana o günlük bir görünmezlik pelerini sağlıyor.

İçimdeki sıkıntı büyüyor. Uzaktan annemin elinde iki bardakla masaya doğru yaklaştığını görüyorum, salıncakta bir ileri bir geri giderken annem de bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Göz ucuyla bana bakıyor, pelerinimi görmüş olacak ki bana bulaşmıyor. Bardağın içine biraz su koyuyor babam, bardak hal değiştiriyor, sular beyaz oluyor birden. ‘balıkları ne zaman yapalım?’ diye soruyor sonra, ‘e atarız birazdan’ diye yanıtlıyor annem, böyle naif ve kısa cevaplı soruları çok sevdiğimi yıllar sonra anlıyorum.

Sonra herkes masanın etrafında toplanıyor; dedem bir sigara daha yakıyor, annem bir şeyler anlatıyor, babaannem elindeki yeşil şeyleri temizleye çalışıyor, dinliyormuş gibi yapıyor babam. Benim ailem bunlar diyorum içimden, ne yapsam değiştiremeyeceğim kimseler. Ne kadar sevmem lazım acaba diye düşünüyorum, ne kadarına gerçekten hakları var, ne kadarı bu dünyanın bir parçası olmamı sağladıkları için. İşte yine hemen sonra aklıma o hastaneye kaldırılan komşunun annesi geliyor,  ‘kurtaramamışlar ama, ölmüş kadıncağız’. Demek ki insanlar ölüyor ve bu o kadar iyi bir şey olmasa gerek, o cümlenin sonundaki ‘ama’ ve annemin ne zaman birinden üzülerek ya da acıyarak bahsetse zaman kullandığı  –cağız. Şimdi oturduğum salıncakta beni fark edecekler diye ödüm koparken hiç görmediğim o kadıncağızı bir daha istesem de hiç göremeyeceğim küçük zihnimde dolanıyor, bunları düşünmek için erken diyorum ama içimdeki sıkıntı gitmiyor.

Bizimkiler konuşmaya devam ediyor. Bir ara, gerçek bir pelerin olsun diye sanırım, annem beni yanına çağırıyor, ‘şu hırkayı üstüne giy kızım, üşüyeceksin’ diyor. Hava karardı kararacak. Kadıncağız aklımda duruyor. Beyaz bardaklar ikinci kez doluyor, o kadıncağız öldü ise, bu insanlar da bir gün ölecek diye düşünüyorum; bu insanlar bir gün ölünce onları ne ile hatırlayacaklar onu bulmaya çalışıyorum. Dedem köşe başındaki bakkalını kapatalı neredeyse bir sene oluyor, bir sene uzun zaman, onu biliyorum, dedemi eski bir bakkal amca olarak mı hatırlayacaklar, bu kadar mı yani diye soruyorum kendime. Annem ile babaannem sıradan kadıncağızlar. Babamın işi öyle ahım şahım bir şey olmasa gerek, ahım şahım işi olan insanlar bir ay sonra maaş yeter mi diye sormazlar herhalde, babamı ben hatırlarım ama başka kim nasıl hatırlayacak bulamıyorum. İçinde olmaya hala alışmaya çalıştığım bu dünya böyle bir yer demek ki diye düşünüyorum. Ufak bir yemin hazırlıyorum kendime, ben yemin etmeyi mahallede oyun oynarken hep yalan söyleyen ama bu sefer doğru olduğuna önce kendisini sonra diğerlerini inandırmaya çalışan altı yaşındaki bir çocuktan öğrendim. Kendi kendime ufak bir yemin etsem, ben böyle yaşayıp gitmeyeceğim, bir şeyler var yapacağım, bir yerler var gideceğim, bir insanlar var göreceğim ama böyle olmayacağım desem bir faydası olur mu bilemiyorum.  

İçinde olduğum bu dünya böyle bir yer demek ki, içimde olmasına pek alışmadığım bu sıkıntının gitmeme nedeni de bu olsa gerek, onu fark ediyorum.

Dedem diyor ki ‘hadi gel huysuz kızım, yemek hazır, ne anlıyorsan orada salıncakta oturmaktan, hadi gel’
.  
Gidip dedeme sarılıyorum, yüzüne bakıyorum, bıyıklarına, kırışmış gözlerine, nedense hep giydiği yeleğine, yeleğinin cebinde duran kâğıt parçalarına. ‘ne oldu sana’ diyor,  ‘neden böylesin sen bu akşam?’. Gözlerimi kaçırıyorum. ‘aaa ağlıyor bu ‘ diyor annem, ‘neden ağladı ki bu çocuk’ diye soruyor babaannem, ‘ne oldu yavrum sana?’.

Dedeme biraz daha sıkı sarılıyorum.

Üç yaşındayım. İçinde neden olduğunu anlamadığım bir dünya, içimde gitmeyen bir sıkıntı ve onun sahibi ölüp gitmiş bir kadıncağız var.

İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum.

20131010

‘bana biraz şarap verir misin?’ diye arkadaki odadan bir ses duyuldu, Elif yerinden kalktı, usulca mutfağa doğru yürüdü. Mustafa, Elif’in gidişine baktı, sehpanın üzerindeki paketten sigara almak için uzandı, işte tam o sırada belli belirsiz iç çekti, bir şeylere üzülen insanların her şeyinden belli düşünceli hali yüzüne oturdu. Elif dolaptan çıkardığı şarabı bir bardağa koydu, İsmail şarabı hep su bardaklarında içmeyi severdi, Elif bunu iyi bilirdi ve böyle zamanlarda en iyisi İsmail ne derse onu yapmaktı. İsmail’in odasının kapısını açtı Elif, al dedi, teşekkür ederim dedi İsmail olanca kibarlığıyla, birkaç saniye Elif’e baktı, seni de yordum dedi, Elif bir şey demedi, Elif çok şey dedi, Elif gülümsedi bunu neden yaptığını bilmeden, Elif’in aklından onca güzel zaman geçti, Elif’in aklı karmaşık bir takvim oluverdi.
İsmail yazmaya başladı.

“ ne diyeceğimi bilemediğim tüm insanlara; bir gün öleceğini hiç düşünmemiş krallara, onların iyi kalpli kızları, nam-ı diğer güzel prenseslerine, keşke ben de öyle el bebek gül bebek büyüseydim, olmadı; her şeyin hep kötü yanını gören orta yaşlı teyzelere ki onlar bir gün söylenecek bir şey bulamazlarsa hazin sonumuz gelmiş olacak; Türkçe dersine matematik defterini getirmiş ve akşam evde her şeyi temize çekmek zorunda olan ilkokul üç çocuğunun, ilk kasetini alıp defalarca dinlediği gece, işte ben o gecede sonsuza kadar dönüp durabilirim; 1953’ün sonbaharından kalma bir fotoğrafın arka bir yerinde yürürken, istemeden o fotoğrafa girmiş amca, bir ölü olarak başka bir insanların salonunda öylece nasıl duruyorsa, ben senin hayatında öylece durabilirim; uykuları giderek kısalan insanların yaşlandıklarını böylece anlamaları gibi, sağ omzunda sebepsiz bir ağrı duyan kimseleri hep biriler terk eder, kimse bunu bilmez oysaki işte tüm bunlar senin yüzünden, senin, yüzünden, bu kelimeler yine sana yürümeye başladı, oysa daha, neyse.”

Ne yapacağız Elif diye sordu Mustafa bir soru işaretinin eksikliğini çekerek. Artık içeriden susmuş daktilonun sesleri geliyordu. Bilmiyorum dedi Elif, artık ben de bilmiyorum, sen de şarap içer misin? İçelim madem dedi Mustafa, kaç senedir tanıyordu İsmail’i, on yedi mi, öyle bir şeyler, bu adam dedi, bak düşündüm ortaokulda tanışmışız, o zaman da garipti, garipti yani, bazen bir hafta bir şey konuşmadan gelir yanında durur, bazen durmadan ufak tefek şeyleri anlatırdı, bir keresinde okuduğu bir kitapta bir kralı varmış kralı diyorum, zannedersin kendisi binaltıyüzlere geri dönmüş, kızı varmış, zalimmiş, on gün boyunca hiç bıkmadan bu adamın hikayesini anlattı, halkına ne yapmış, kimlerin topraklarını elinden almış zorla, aslında kraliçeyi sevmezmiş hiç ama sırf tacına laf gelir diye bir şey demezmiş falan filan, ne düşündüyse artık, sırayla hepimiz küfrettik o krala, on gün boyunca bir kralı dinledik, sonra dediğim gibi susardı zaten, o zaman da konuşmasını isterdik. Sen daha iyi bilirsin gerçi, kime ne söylüyorsam.

Kime ne söylüyordu? Ah bu Mustafa’nın bazen her şeyi unutan patavatsızlıkları.

Elif yine yerinden kalktı, uyumuştur, uyuyakalmıştır belki diye düşündü, düşünmek umut etmenin yarısıdır, İsmail böyle yazmıştı bir keresinde. Odanın kapısını araladı:
-                -     İyi misin İsmail ?
İsmail durdu bir müddet;
-                 -   İyiyim, düşünüyordum sadece, fazla bile düşündüm, ama ne yazacağımı düşünüyordum, başka şey değil, seni de yordum yine, sağol ama, bak şimdi ben bu daktilonun başında öyle mutluyum ki..

Öyle mutluydu ki. Öyle yazacaktı:

‘ bazen zamanın durduğunu hissediyorum, yelkovanla akrep arasında sıkışıp kalmış zaman nasıl böyle hareketsiz kalmaz zaten ona hayret ediyorum. Bazen dik bir yokuşun başına gelmiş, yavaş yavaş merdivenlerden yukarı çıkacak gücü toplamaya çalışan ihtiyarlar gibi hissediyorum, hissetmek de iyi bir şey anasını satayım, hani çıkamayacağımı da biliyorum, öylece duruyorum, öylece durmak, bir şeylerin kıyısında öylece durmak, mutluyum sanırım, birisi sorunca cevaplamak kolay değil, insan ne hissediyorsun diye sorulunca mutluyum demekten utanır mı? Ben utanıyorum. ‘

Elif biraz daha şarap ister misin diye sordu Mustafa’ya. Elif’in başka bir şişe daha açacağını marketteki çocuklar bile biliyordu da, böyle sorulunca, Mustafa sadece kafasını sallayarak evet diyebildi ve tüm cesaretini toplayarak bir soru daha sorabilirdi:
-            -   Dilara aradı mı Elif?
-            -  Aramadı.
-            -  Ne dedin sen ona?
-             - İsmail dışarıda dedim, Mustafa’nın evinde, gelip gör istersen dedim. Gelirsen ara dedim, aramadı.  

Şimdi biz insanoğlu adli vakalara suçlular ararız, her şeyin bir sebebi vardır, bir cinayet varsa katil her zaman vardır İsmail’in dediği gibi. İsmail işte bu şarap içen iki insan açıkça söylemese bile kendi katilini kendisi seçmişti. İsmail bir gün gelip Elif’e başka birisinin varlığından bahsettiğinde ve o bahsi geçen Dilara’yı cümle içinde, gözlerinin içinde, sesinin o çok da aşina olunmayan tınısı içinde saklayamadığı zaman, Dilara’yı kendi elleriyle teslim ettiğinde, onca İsmail’in intihar teşebbüsleri boşa çıkıvermiş, uzun zamandır aranan suçlu cezası neyse çekmek için kendi kendine teslim oluvermişti. Şimdi kimse Dilara’nın masum bir köylü olduğuna, kralın kendisine dertlerini anlattığı bir gece, sadece kral olduğunu anladığı için, belki de hayatında ilk defa bir kral görüp masum kız çocukları gibi dinlediği için bu hikayenin bir parçası olduğuna ihtimal dahi vermezdi. Çünkü kral o köylü kızın haberi bile olmadan onun peşinden gitmeye karar vermiş, olan kraliçeye olmuş, kral tüm açık sözlülüğü ve kendisine söylediği yalanlar ile birlikte bu lüzumsuz masala inanıvermişti. Dilara bilmeden ucundan dokunduğu garip bir şeyin içinde şimdi en iyi yardımcı kadın oyuncu gibi durmak zorundaydı. Elif’in bilmediği, İsmail dışarıda dediği zaman, Dilara’nın İsmail’in neyin içinde olduğunu bilmemesiydi. İçeriden daktilo sesi yeniden duyuldu:

‘ sana hezeyanlarımdan bahsetmek isterim, içimdeki o sesin bana ne yapmamı söylediği, benim de karşı koyamadığım ve bundan da anlamsız bir zevk aldığım zamanları söylemek isterim. Bunlar seni korkutabilir. Maalesef sana bunları anlatıyorum, anlatıyorum ki kendim de duyabileyim. Sana bunları beni sadece sen kurtabilirsin diye söylüyorum. Bu iş ne kadar ilgini çeker ondan da emin değilim. Seni benim kurtarıcım olabileceğin için mi seviyorum, seni seviyor muyum, ne kadar biliyorum ki seni, işte bunlar dönüyor kafamda, korkma, ben sekiz yaşından beri böyleyim. Senden de bir şey istemiyorum, dediğim gibi beni sadece sen kurtarabilirsin, ben böyle inanmak istiyorum, belki bir kurtuluşum olduğuna inanmak istiyorum, bilmezsin ama ben son derece bencilim. ‘

Uyuyakalmıştılar. Daha fazla dayanamamıştı Mustafa, Elif ise şaraplar. Bir yerde kalacaksan en iyisi uyuyakalmaktır diye yazmıştı İsmail. Elif gözünü açar açmaz içeri koştu, İsmail yerinde yoktu. Masanın üzerinde bir sürü kağıt kalmıştı, daktilonun sesleri. Geriye dönerken masanın üstüne kısa bir not buldu:

‘ hastaneye geri dönüyorum, bir taksi çağırıp giderim birazdan. Hala nasıl nazımı çekiyorsunuz anlamış değilim. Bir müddet ziyarete gelmezseniz bu hepimiz için en iyisi olur sanırım, deliliğin ucunda duran bir adamı normal sayılabilecek hayatına onca uğraşarak bir gece de olsa çıkardığınız için teşekkür ederim. Merak etmeyin, orada benim gibilerden çokça var, çoğu da iyi insanlar, muhtemeldir ki ben de arızalı olduğumdan geçinip gidiyoruz, belki bir gün aranıza başka şekilde dönerim ama ihtimaldir ki bu da pek mümkün değil, şu an hiç de önemli değil. Böyle sabaha kadar yazmak iyi oldu benim için, çocukken annem babam televizyon izlerken nasıl uyumayı seviyorsam siz içeride iken yazmayı da o kadar seviyormuşum meğerse. Elif, beni affet, beni bir değil, defalarca affet; Dilara dediğin mutsuz bir masalın olmayan kahramanı, bunu da bilmeni isterim, bu bildiğin bizim hikayemizde nokta, virgül; önemlidir ama, sana söylediğim onca şeyden sonra, o kızın masum olduğunu bilmen önemlidir; bu seni hala sevdiğim anlamına gelmez, işte bu da delilere bahşedilmiş açık sözlülük olsa gerek ama en azından bir kişiyi daha aklamak demektir, insanın düşünecek çok vakti olunca kendi katilini bile kendisi seçiyor, benim ki benim, sen elinden geleni yaptın ama kurtarmaya gücün yetmezdi zaten, bunu bil istedim. Bazen gerçekler benim bile hoşuma gitmiyor ki bilirsin ben deli gibiyim, ama gerçekleri bilmek iyidir, güzeldir, acıdır; bu o kadar acı da değil, delinin biri bir yalan uydurur bazen, işte ben o yalan- ne kadarı yalansa artık, seni o kadar acıtmasın istedim.’

Sonra Dilara aradı Elif’i öğleye doğru, dedi ki Elif’e, Elif’in bu hikayede kim olduğundan habersiz, geleyim bir yardımım dokunacaksa dedi, insanların olanca masumluğu. Yok dedi Elif, seni de rahatsız ettik kusura bakma, senden bahsetmişti İsmail, bir an panik yapıp aradım ama merak etme. İsmail dışarıda demiştin diye sordu Dilara, onu anlayamadım, dışarıda ne demek, beni uzun zamandır aramıyor, başına bir şey gelmedi umarım. Elif biraz düşündü, biraz daha düşündü, yok yok merak etme, her şey yolunda dedi.

‘Sonra içeriden daktilonun sesi gelmedi. ‘
Böyle yazdı İsmail.









20131001

öyle.

Seni unuttuğumu zannettin Eylül, haklısın. Uzun zaman sonra görüşmeyi bekleyen iki arkadaş gibiyiz, sen karşıma geldin, oturdun, bir çay söyledin, ilk cümleyi kurmak zor olur, bilirsin, aklıma iyi bir şey gelsin diye bekledim, bekledin, bir şey söylemedin, aklıma seni hayal kırıklığına uğratmayacak kadar kötü, iyi, güzel, çirkin bir şey gelsin diye bekledim, bekledim, sen bu hususta birkaç yaprak feda ettin, bir çay daha söyledin, ben sigara içiyormuş taklidi yaptım, bilirsin, en iyi sigaralar kibritle yanar dedim, içimden dedim, sen sessizliğimi duyabildiğin için konuşmaya başladık sonra, garsona çaktırmadık tabii, on dokuz yaşındaki garsonlara garip bir saygı duymak dışında işimiz olmaz bizim, sonra uzaktan sevdiğimiz bir şarkı duyuldu, bunu bilerek mi yapıyorlar yahu, biz seninle ne zaman üzerimize ince bir  hırka almadan otursak, soğuk kış günlerinde arka arkaya defalarca dinlediğimiz bir şarkı duyarız, öyle oldu, öyle olmasına da pek şaşırmadık doğrusu, sonra sen bana biraz oralardan bahsettin, oralar uzak ama güzel dedin, gelsen sen de seversin, en güzel vedalar sonunda ‘Allah kavuştursun’ diye bir yabancının eklediği cümle olanlar dedin, kalkıp gideceksin diye korktum, gitmedin, ben bir sigara daha yakıyormuş gibi yaptım, artık bir sürü şeyi böyle yapıyormuşum gibi yapıyorum dedim, anladın, öyle oluyor dedin, zaman geçtikçe öyle oluyor, zaman senin içinden ve içinde geçiyordu Eylül, o sırada şehirden içinde umutları olan insanları taşıyan yük gemileri geçiyordu, küçük şehirlerden kederli bir şekilde başını cama yaslamış aslında pek de bir şey düşünmeyen otobüsler, ah bu hayat dedin, ne çok şey yapıyor bize, alışkınız dedim, insan işte, insan her şeye alışıyor dedim, inanmadın pek, ben senin bir şeye inanmamış halini küçük kızların masum hallerinden daha çok severim, sol tarafımda bir ağrı var dedin, bazen tutuyor, bazen hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor, şaşırdım, bulutlar olmalı faili meçhulü diye içimden geçirdim, bulutlar yağmur taklidi yapıyor diye içimizde gizli bir korku, sen anlıyorsun ne zaman yağacağını ama ben bilmiyorum, şemsiye de taşıyamazsın sen dedin, ağır gelir sana böyle ciddi sorumluluklar, bildin, bana bildiğim çok şeyi sen öğrettin, saatine baktın, yani kuşlara, uzakta bir kırlangıç sürüsüne diktin gözlerini, başladığımız gibi sessizce ayrılmalıydık, çay bahçelerine en çok sonbahar yakışıyor dedin, gülümsedik, gitmen lazımdı, yoksa iyiydik, güzeldik, kötü, çirkin..

Sonra babam dedi ki; bu ağaç uzayınca gölge olacak burası, bilirsin annen hiç sevmezdi güneşi,

birbirimize baktık birkaç saniye, birkaç saniye, birkaç ömür.