20080429

bir

Bir takım olaylar cereyan etmekte ve ben yalnızca, sadece ama bazen kaçırırım tüm o saniyeleri diye korkarım, kendimden, senin ellerinden. Hızlıca değişir mevsimler, eylülde kalır aklım, sarı yapraklar çok şeyin sorumlusu, yağmurlar artık yağmasın, kendimizi kandırmayalım.

Kapalı kapılar ardında konuşurum kendimle de bir sonuca varamam, bir şehri savaşta kazanır da masada veriveririm cömertliğimden, kadir kıymet bilmez dersin sen ama beni bilmediğinden. Oysa herşeyin kaydı tutulur bir yerlerde, kaç kasanın anahtarı durur yastığımın altında, bilemem, kendimi ellerine bırakırım ama ele veremem, sen beni böyle bilmediğinden.

Lakin yakınım olur uzun zamandır görmediğim acılarım, simasını görsem tanırım dokuz gömlek öte yalnızlığımın, bizimkisi lafta sadece şekerim, bitanem, balım; korkacak birşey yok, yarın unutur giderim, merak etme, sakın.

Bir kibrit bulurum, yakarım kendimi, yakarım bu şehri, bir sigara yakarım. Sana masallar anlatırım da kendimi inandıramam, tersi ihtimallerin pamuk prensesi gibi durursun öylece, tanıdığın en sevimli, en uykucu cüce ben, birgün seni sen öylece uyurken öpemeyeceğimden korkarım.

Kafiyesini alırım şu hayatın da, karesi ağır gelir ve köklerine insen annem sıradan bir insancık.

20080426

vah vah

o değil de,

deniz seki'nin beyaz'da yıllar öncesinden kalma bir videosu vardı. şaka gibi..

kadın taş iken fil olmuş. bir insan neden kendine böyle birşey yapar ki?

sıfır bedene karşı feminist bir hareket gelirse hoş gelişler ola, önce kendinizi inandırın.

20080424

barça

Sevgili okuyucular,

Size bu satırları güzel kentimiz barcelona’nın havaalanında, öğle saati olmasına rağmen herkes içiyor ben niye içmeyeyim diyerek alınmış bir bira eşliğinde yazıyorum. Tabii o insanların hepsi ingiliz, bu durum beni durdurdu mu, hayır.

Bir önceki kısacık mintirik post’tan da anlaşılabileceği üzere bu şehre gelip de Gaudi, tırmala beni kaşı beni dememek mümkün değil. Bu noktaya birazdan değineceğiz. Lakin sanırsam dünyada ismi bir mimarla birleşik bu kadar anılan başka bir şehir yoktur, hoş başka da Gaudi yok. Futbol spikeri türkçesiyle “ Gaudi şehre imzasını atmış”

Sagra da familia’yı ilk gördüğünüzde yani metrodan inip kafayı çevirdiğinizde bir an yerinizde durup öylece bakakalıyorsunuz. Bir insanın bunu nasıl düşündüğünü, zihninde nasıl şekillendirdiğini anlamak mümkün değil. Tabii daha yarısı ancak bitmiş olduğundan (estimated arrival: 2026) hala bir inşaat alanında, kordonlar eşliğinde gezdiğinizi de hatırlatırım. İspanikler bayağı bir müddet tamamlansın, yok böyle kalsın şeklinde tartışmışlar, korkuları kimsenin Gaudi’nin işini devam ettiremeyeceği imiş. Gaudi ise öleceğini anladığı an inşa yerine kendisinden sonra geleceklerin devam edebilmesi için planlarını çizmeye başlamış.

Beni en fazla etkiliyen ise Gaudi’nin yalnızca 70 yaşından sonra kendisini tamamen bu kilisenin yapımına vermesi oldu. Sebebini ise şöyle açıklamış: “ artık hiçbir arkadaşım, dostum, ailem, vaktimi harcamaya değecek kimsem kalmadı, hepsi öldüler”. Düşünsenize dehasınız, böyle bir iş yapıyorsunuz ve sizin için etrafınızdaki insanlar bu işten çalabilecek kadar değerli olabiliyor, Gaudi burada bizim gibi devlet memurlarına iş-özel hayat dengesi dersinin suyunu çıkarıp veriyor.

Geyik olarak arkadaşlarıma mail atıp: “ yahu ben bu sagra da familia’ya gidecektim, daha bitmemiş, gideyim mi, değer mi, bitince mi gideyim?” şeklinde bir olta attım. sadece bir kişi atladı, sabıkalıyım artık, kimse inanmıyor ama it was a nice trial J Gaudi’ye neden acele etmiyorsun diye sorduklarında ise şu cevabı vermiş: “ müşterimin acelesi yok”, bilmeyenler için tapınağın tamamen tanrıya adandığını ve bütün dinlerden insanlara gel dendiğini ekleyelim.

La pedrara, park güell gibi diğer Gaudi işlerini de gezdim, sonrasında otelin haritasında ne kadar kocaman şekilde çizilmiş anıtımsı, mimarimsi yer varsa hepsine de gittim acele etmeden. Modern sanat müzesinden haz etmedim ama bir bankanın modern sanat sergisini pek beğendim, hatta orada charlie chaplin filmleri var idi, yarım saat izleyip güldüm, çok entrasan.

Bir turistik insan olmanın en güzel yanı zaman derdiniz olmayışı. 5 gün boyunca her öğlen 12’de kalktım, gece de diskolarda tepinip sabaha karşın bedavaya kaldığım hilton odama döndüm, bedava çünkü arkadaşım iş için burada. İçim dışım baget ve ton balığı oldu, bira da oldu, bazen viski bile oldu.

Barcelona’nın deniz kenti olduğunu söylemek zor ama, buraya gelince boğazın kıymetini ve denizle ne kadar haşır neşir yaşadığımızı farkettim. 5 gün içinde yalnızca bir gün deniz kenarını gördüm, zaten oraya da çok matah yerler yapmamışlar, böyle bir dertleri de yok adamların, hatta kordon anlayışları yok diyelim de eskiler anlasın, missilence gülsün birazcık.

Harita özürlü birisi olarak yine kayboldum, fakat bu kayboluş beni istesem bulamayacağım ara bir sokağa çıkardı. O kadar güzel minik bir bar buldum ki resimlerini görseniz anlarsınız. Küçücük, eski püskü bir yer, insanlar gelip ayaküstü bir bira içip gidiyorlar. Tam oturup etrafa bakınırken yan masadaki çocuk birşeyler söylemeye başladı ve şerefe yaptık, içimden diyorum ki tipe bak, kesin zararlı neşriyat teklif edecek şimdi bana. Meğerse kübalı imiş, çat pat ingilizcesi ile konuşmaya çalıştık, sürekli gülen acayip tatlı bir herifti, nice to meet you dostum dedim bardan ayrılırken, bize de bekleriz, istanbula.

Gece hayatı ise oldukça başarılı. Mekana gidiyorsunuz saat bir buçuğa kadar kimse yok, lan diyorum nasıl iş bu, boş kalacak herhalde, sonra yirmi dakikada pat diye ayakta duracak yer yok. İlk gün facia bir turistik yerden sonra şehrin kalifiye yerlerini keşfettik tabii ki, en azından artık böyle lokal iyi yerleri bulmakta geliştirmişim kendimi. Pazar ve Salı gecesi bile saat 3’te insanlar dans ediyor, anlamak mümkün değil.

Şimdi erkek okuyucularımız için geliyor bomba. İlk gün nou camp’a gittim, bakayım bi diye, sonra o gün espanyol maçı olduğunu öğrendim, sonra dedim ki lan hayatında kaç defa geleceksin barcelona’ya al bilet, sonra madem alıyorsun neden en güzelini almıyorsun deyip sahanın on metre kenarında inanılmaz bir yerden bilet aldım, şöyle ki messi, eto falan resmen burnumuzun dibinde ısınıyor, ayrıca messi maçta tam önümüzde bir hareket yaptı ki Gaudi neyse messi de futbolda budur dedim, şaka gibi. (orospu çocuğu real madrid J)

Böyle bir beş günün de sonuna geldik, tedbil-i mekanda ferahlık vardır diye boşuna dememiş dedelerimiz, tabii bu mekan barça olunca daha bir ferah oluyor insan ve ben yavaştan duty free’ye doğru yerimden kalkıyorum.

Esen kalın..

20080421

f

gaudi insan ise biz neyiz?

ne diye çalışıyoruz?

amacımız ne?

20080418

Bebe'k


Geçenlerde televizyonda Ara Güler’in eski istanbul resimlerinden oluşan bir sergi haberine rastladım. Spiker arkadaş sözü Ara’mca’ya verdiğinde birden dikkatimi yine televizyona vermek durumunda kaldım, çünkü Ara’mca bağırmaya köpürmeye başladı: “siz bu istanbul’a istanbul mu diyorsunuz? Siz ne gördünüz ki?”. Yalnız böyle yazdığıma bakmayın, adamcağız bayağı bir hiddetli bağırıyor: “ ne silüet kaldı, ne manzara, ne gün batımı, ne de o insanlar”

Haklı da, bu istanbul giderek garip bir hal alıyor. İlk geldiğimde beni ürküten ama sonrasında alıştığım bu kuru kalabalık oradan oraya savrulurken sağa sola binalar dikiyor, hayatının ciddi bir kısmını köprülerde, yollarda geçiriyor, çoğu denizi bile görmeden yamuk yumuk yerlerde yaşayarak geçip gidiveriyor. Otoyol kenarlarında piknik yapanlar ile en fakiri olsa bile 50 sene önce sahilde yürüyenleri nasıl kıyaslayabiliriz? Boğazı bekleyen yalıların birindeki yangını çindeymiş gibi izleyen o gençlerle reina’da sabaha kadar tepinen zirzopları hangi kefeye koysak ağır basar? Galata’da balık tutan bir adamın o sandallara bakarken şehrin bir yerinde duran o yokluk, o eksiklik, o bizim artık romanlardan okuduğumuz hüzün yerini çok da fazlasıyla ekmek parası yani bir kilo lüferle tekirin kaçtan gideceğine bırakmadı mı?

Ben bu şehir işlerinden anlamam, bu şehirler beni anlamadığından ve bu şehirleri pek çok kimse benden fazla sevdiğinden yanaşmam pek. Lakin Bebek benim bir yerimde olanca sadeliği ile durur. Yapacak işim olmadığında hatta çoğu haftasonu olduğunda, Bebek’e iner, kahvede birkaç çay içer, gazetemi okur, sonra parkta yürürüm, yanımda sevdiceğim ya da sevdiğim birileri varsa daha bir mutlu olurum. Belki tüm bunlar, yani Bebek’le benim aramdaki bu aşk tamamen benim iniveriyor olabilmem, pek de zahmete katlanmadan evimden azıcık mesafeyle gidebilmemle başlamıştır, bir müddet sonra şu yukarıdaki cümleleri yazabilecek kadar kendimi Bebek’in içinden hissedeceğimi bilmemin de payı vardır muhakkak.

Lakin bu Bebek giderek globalleşen dünyamızın küreselleşen bir markası olmak durumunda. Tiky tiky kızlarımızın mini mini etekleri ile geldikleri, saçları pek jöleli oğlanlarımızın valeye anahtarlarını uzattıkları, nişantaşı’ndaki her mekanın kopyasını açtıkları bir yer olmaya başladı. “aaa duydun mu house cafe bebeğe de açılmış” nidaları ile başlayan yeşil tri-stripes eşofmanlı kız konuşmalarının bittiği yer, artık o her sabah geçtiğim daracık yolun kenarındaki masalarda bitiyor.

Kendini bilmez bir şekilde, bu irenç insanlar ile başlayan cümleler kuracak değilim, yer yer zaman zaman bu insanlarla gayet birlikte eğlendiğim vuku bulmuştur. Bu insanların hayatlarının ne kadar boş olduğu, kaç gram akıllarının olduğu da çok su götütür ve gereksiz bir tartışmadır. Hiç girmeyelim.

Tüm bu olanların bana en büyük etkisi arabayla inecek delik bulamamak ve o arabayı park edecek yer için takla atmaktan ibarettir, bundan muzdarip miyim, oldukça. Yoksa ben hala, aynı yerlere gidiyor ve aynı yerlerde yürüyorum, kimsenin dur kardeşim ne yapıyorsun dediği de yok, e bu durumda çok ağlanıp sızlanacak bir durum da yok aslında.

Lakin tanıdığım birkaç abi, Bebek’in bu ellerinden kayıp giden masum haline üzülmekte ve ben de onlara katılmaktayım. Bir zamanların sessiz sedasız kızlara benzeyen Bebek’i, hani o hep yanaşmaya çalıştığınız ama cesaret edemediğiniz güzellik, herkes tarafından görünür ve sıradanlaşır olmaya başladı.

Saçlarını sarıya boyattı hatta.

20080414

baha diye bir şarkıcı vardı.

Mevsimlerin değişimi herkes için iyi oluyordur herhalde, bir vakit sonra zaten pek de filmlere benzemeyen hayatlarımız artık o hangi mevsimse bukalemun gibi yaşamaya alışıyor çünkü; bkz: şemsiye, eldiven, çizme, erkenden kararan hava. Sonra hop diye o bildiğimiz rutinin uzaktan akrabası hava’lar başka bir hal alıveriyor; saatler ileri gidiyor bir adım, evde oturmak sıkıcı bir hal alıyor, işte böyle. Mesela yazarımız şu sırada balkonunda, az önce ise bebek’te idi, bebek kısmına geri dönecek zaten, biraz sonra.

Sokaktan ıslık çalan bir adamın geçmesi güzel birşey.

Bizim bu balkonu, çok önceleri içeride duran bir masa bekler, yaz kış, hiç içeri girmeden. Aslında bizim de değil, evin eski sahibi kadıncağız ister atın ister satın diyerek, bir manada kaçarak bırakmıştı tahta arkadaşı. Nedense, özellikle kapalı havalarda eşyaların konuşup düşünebildiği fikri aklıma gelir. Şimdi bu balkonda, şimdi bu ağzı var dili yok masanın aklından neler geçiyordur, tam karşısında yağmurun hışmından kaçıp açmaya çalışan çiçekle bir yakınlaşması var mıdır, bana neden anlatmaz böyle şeyleri, bilinmez.

Yerçekiminin olması iyi birşey yoksa uçup giderdik buralardan.

Çay bahçemsi yerlerde (bebek kahve, heybeliada) çiftleri izlemesi pek entrasan. Beni en fazla şaşkınlığa uğratan ise hiç konuşmadan duranları. Bir türlü anlayamıyorum, oturuyorlar, garson ne yiyip içeceklerse getiriyor beş dakika sonra, birkaç cümle ediyorlar birbirlerinin yüzüne bakmadan, sonra derin bir sessizlik, öbür masanın (tahta olan değil) sakini olarak ben geriliyorum. Yetmiş yaşındakiler yapsa neyse gencecik kimseleri bile böyle görmek garibime gidiyor. Her dakika konuşamazsın ama bu kadar bir susmak pek hayra alamet değildir herhalde.

Artık daha fazla yazacağım, bilginize.

20080404

öylesine rastlanmış başkalarının bir fotoğrafı üzerine

İşte biz o resmin orasında öylece dururken, belli ki bir yazdı kaçıncı yüzyıldan kalma, ama bizim yazımızdı, farkına varmadan yazdığımız bir fotoğrafın ortasında dururduk da haberimiz yoktu. Akşamüstüydü, neşeli bir günün sonunda yorgun birer sandalyede oturuyorduk, sen ben bizim çocuklar ve öylesine şeylere sıradan gülüşlerimiz. Hayat pek bir basit gözükürdü, evlerin pencereleri kadar sıradan, taş merdivenlere çıplak ayakla basmak gibi garip bazen, geçip gideceği aklımıza bile gelmezdi böyle vakitlerin, gelmesi o dakikaya okkalı bir küfür sallamak olurdu çünkü, o an’ı geçip gitmeyi aklıma getirmezdik ki gitsin, anı olsun diye yaşamıyorduk bunları, bir akşamüstü, bir sen, bir ben, bir de bizim çocuklar.