20081104

oh gosh..

you should change your battery.
seninle paylaştığım herhangi bir an benim anlamlar yüklediğim kadar değerli olduğundan­, sıradan bir gün sonundaki onbeş dakikalık telefon konuşmasından havai fişek gösterisi mi beklersin ki diye soran mantığım ile tatmin olmayan duygularım savaşmaya başlayınca ancak iyi geceler diyebiliyorsam, bil ki bugünlerin tek yüzümü güldüren kısmı sesindir.

or switch to outlet power immediately.
bugün mutsuz halimi güne yaydığımdan akşama çok enerjim kalmadı, şarkılarım biraz daha eğlenceli. ayrıca vinçlerimle dalga geçtiğin için sana her an saldırı planlayabilirim, eve döndüğünde bazı geceler eline kalem kağıt tutuşturup lütfen buradaki hayatınıza dair fikir ve önerilerinizi bizimle paylaşın diyebilirim, ben işimi şansa bırakmam, ilk gece 12de uyumayarak şaşırtıyorsam gün gelir yenisini bulurum. edebiyat uğruna kelime seçmem, müşteri memnuniyetini esas alırım, hayali bir mutsuzluğum yoktur gerçekten ağlarım. seni özlerim.

to keep from loosing your work.
halılar oldukça desenli ve ben istemediğim için bugün süpürülmedi, oda sıcaklığı 24 derece, biri üşenmemiş tavandaki havalandırma panelinin üzerine kurşun kalemle birşeyler yazmış, kim bilir belki iddaya falan girmişlerdir önceki misafirler de onun anısıdır, iki yataktan benim uyumayı seçtiğimin kitap okuma ışığı yanmıyor, bu yüzden mi 2 haftadır kitabımı taşıyor ve hiç kapağını açmıyorum bilinmez, hep son gece televizyonu açmadığımı farkediyorum ama artık herşey için çok geç, yorganın yatağın altına sokulmasının oluşturduğu düzen görüntüsü ile yatmadan önce onu çıkarma uğraşı insanlığın çözemeyeceği bir ikilem olarak kalacak sanırsam, gündüz kapıya astığım rahatsız etmeyin kartının birkaç saat sonra yerinde olmadığını görünce bana bir komplo kurulduğunu anlamıştım zaten.

the connection has been terminated due to nortel inactivity.
insanlar günleri birbirine bağlayan saatlerde çalışıp mail atmaya devam ederken benim gelen mesajları umursamadan sana yazmam işimin en zevkli tarafı, laptop outlook ve yeterli düzeyde ingilizce seviyesinin başka bir amaç için kullanılması düşünülemez zaten. odaya su siparişi verirken, suyun otelde çok pahalı olduğu bu yüzden dışardan alıp öyle gittiğimiz yabancı tatil yörelerinde olmak istedim seninle, birlikte üşümek ve pijamamın içine üzerimdeki sokuşturmak istedim, ışıkları kapayıp birlikte uyumak istedim.

do you wish to continue?
i do, mucks.

20081003

bakma bana öyle..


Orhan Pamuk’un masumiyet’inin çıktığını öğrenince, şu askeri günlerimde çok memnun olduğumu, okurken günlerimin daha bir kolay geçeceğini düşündüğümü belirtmeliyim. Çünkü yazarımızı pek sevmekteyim ve kelimeler arasında fark ettiği ince ayrıntıları çoğu vakit şaşkınlıkla okumakta, bu kadarı da olmaz demekteydim. Özellikle “İstanbul” başlı başına böyle fark etmelerin, bir insanın kendi dünyasına bu kadar içten bakıp yazabilmesinin ürünüydü, zaten bu üst düzey kitap oskarın da sahibine gitmesine sebep olmuştu, birçok yabancının da İstanbul’a uzaktan aşık olmasına.

“Masumiyet” in bir aşk romanı olduğunu daha kitap çıkmadan gazetelere yeni kaset çıkaracak sanatçı modeliyle lanse edildiğinde öğrenmiştik. Konu aşk, yazar da Pamuk olunca herkes (istinasız herkes) kitabın muhtemel okurları arasında yerini aldı. Aşk gibi harc-ı alem bir konuda yazmanın dayanılmaz hafifliğini ve satarlığını da anlayıvermiş olduk. yapılan pazarlamaya, bu işlerden ekmek yiyen birisi olarak laf söyleyecek değilim.

Lakin “masumiyet” beni ciddi bir hayal kırıklığına uğrattı.

Bir aşk bu kadar ama bu kadar acı verici olabilir ve bu kadar uzayabilir mi? Zannımca benim yazara pek katılmadığım ve kitabın bütün inandırıcılığını gözümde kaybetmesine sebep olan kısım bu oldu. Doğuştan gelen bir yetenekle (?) konu ne olursa olsun kaybetmeyi ve kendimi acıtmayı bir yerde keseceğim için değil, yalnızca filmlerde olabilecek bu çilekeş aşk hikayesinin kitabın oluşturmasını beklediğim gerçek dünyadan bir müddet sonra kopup gitmesi, uzun uzadıya devam eden sayfalar boyunca kurgunun bir adım öteye geçmeden hep aynı hastalıklı aşkın içinde dönüp durması (ki bu süre kahramanlarımız için 8 sene..) elimde tuttuğum kitaba bu mu yani diye bakarken, bir sonraki sefer kaldığım yerden devam edecekken sıkıntılı bir ifadeyi yüzümde yakalamama sebep oldu.

Artık aşktan başka her şeye benzeyen takıntısına ait objeleri diğer hayatın (Füsun) bu kadar içine girerek toplaması ve nihayetinde tüm topladıklarının açılacak bir müzede bizlere gösterilecek olması beni çok çekmese de, müzeye gitmeyeceksem de güzel bir düşünce ama bu romanın fazlasıyla bu müzeye yaslandığını düşünmeme engel olmuyor.
Aşkı anlatan Pamuk’un, Füsun’un neyini bu kadar çok sevdiğini, Füsun’un aklından neler geçtiğini sessiz bir dille anlatırken böyle madensi bir konunun daha da dibine girerek insan neye, neden, ne vakit aşık olur sorusuna da en azından dokunmasını dilerdim. Tüm bunlar ‘aşkımdan öleceğim tanrım’ nidalarından öteye gitmeyen sayfalar arasında ilerlerken sadece kaybetmiş bir adamın giderek platonik monologlarına dönüşüyor. Oysa aşk sadece karşında sevgilini görünce kalbinin atması değil, iki kişinin bire giden yolda paylaştıkları değil midir?
Yazarın aynı Nişantaşı içerisinde ve kendi hayatından parçalar ile dolaşması biraz ucuza kaçması gibi geliyor. Yazarlar elbette yaşadıklarından fazlasını ancak hayal ederek hatta yaratarak bir yerlere varırlar ama zengin, sosyal, modern bir beyaz Türk’ü her seferinde kitaplarda bulmaktan iyisi yapılabilirdi, Nobel sahibi bir yazarın yapması en azından denemesi lazımdı diye düşünmekteyim.

Neysem, görüldüğü üzere beni biraz yoran bu kitabı böyle yerden yere vurayım, tabii ki en başta söylediğim gibi Pamuk’un fark etmelerinin bilahare tabiri yerindeyse hastasıyım ama daha iyisini yapabileceğini bildiğim için kızgınlığımı da yazayım dedim.

20080930

askerde

sevgili blog,

seni pek ihmal ettiğimin farkındayım. tatil, iş güç derken ağustosun orta yerinden beri askerdeyim, kandıra isimli bir kocaeli kentinde geçirilmesi gereken vaktimi tamamlamaya çalışıyorum.

yazacak çok fazla şey var ama hepsini sıralayıp mantıklı cümleler içinde bir internet kafeden aktarmak pek kolay değil. çarşı izni diye birşey hayatımıza girince dakikalar bilem önem kazandı blog.

birkaç şeker, baklava, yemekte kola, deliksiz uyku nasıl kıymete bindi belli değil. hayatımdaki lüks kavramı değişiverdi. etrafımdaki insanlar birbirinden değişik. bir daha nerde göreceğim insanlar.

bir romanın taslağını yazıyorum daha kafamda ama, bir sürü düşünüyorum, okuyorum. çok ağır değil yani durumlar, onu da dipnotta belirteyim aslında.

neysem, şimdilik bu kadar yeterli sanırsam. daha sonra daha uzun yazmaya çalışırım.
iyi bakın kendinize, bir de özgürlüğünüzün kıymetini bilin..

20080715

failatün

aklımda hikaye var bir adet, karıncalı, öyle karınca deyince kaçmayın, güzel birşey, belkim tatilde yazarım.

tatil modumdayım, işimde gücümdeyim, dua edin askerde bilgisayarlı bir yere düşeyim..

20080701

f

Benim dalgın tarafım kendimi bu kadar uzun süre farketmeyince telaşlanan komşular, bu durumu yaz sıcaklarına verdiler.

Bu havalar siesta gibi, biraz denizi görünce, biraz kum diyeceğim ama günümüzde kumlu plaj pardon beach de kalmadı, insan gevşeyiveriyor, ne demiş atalarımız, nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları.. atalarımızın işi gücü yokmuş zaten, etrafa bakınıp bakınıp bir söz söylemişler, bu da bilahire bir yetenek.

Türk olmak ayrı bir durum, bunu farkettim, ali desiredo’daki gibi dersek, attığımız gollerden belli. Bazen bu duruma ciddi ciddi hayıflanırken bazen de bu kaotik millete gülüp geçiyorum, bazen geçip gitmek isterken bazen gitsem ne kadar sıkılırım diye düşünüyorum. Benim yalnız ve güzel ülkem değil, benim yalnızlığı kendisine pek yakıştıran ve hep yenilenlerin, nam-ı diğer mazlumların tarafını tutan ve kendisini nedense hep bir ispat çabasındaki garip memleketim diyorum. Garip’lik bir aşağılama kompleksinden değil ama, garip işte; tutarsız, biraz deli, biraz başınabuyruk, biraz ondan, biraz şuna özenmece lakin bir yerlerinde başka garip bir doku, insana şuursuz bir güven veren, dokunmadıkça anlayamıyorsun.

İki hafta önce, gecenin üçünde onca alkol sonrasında kafasını bu memleketin gariplikleriyle şişirdiğim airgument yoldaş anlam veremedi tabii ki ne dediklerime. Oysa içinde bulunduğumuz bu hal, her ne kadar nasıl olsa yırtarız ümidini verse de, bir taraftan her türbanlı haberi okuduğumda ayrılıp gitmenin, aynı senaryonun başka çocukları olmanın korkusuyla ürperiyorum. Sokaktan geçerken görmediğim insanları, fanusumun dışına biraz çıkınca, o sokakların kenarlarında böylece yitip giderken ve birşeyden anlamadan bu memleketi kurtarmaya çalışırken bulduğumda şaşırıyorum. Aynı adamlar yolda önüme atladığında, arabanın freni bu buluşmayı engellediğinde içimde gizli kalmış bir canavar “ yuh ya, hayvan bunlar hayvan” diye bağırıverince kendimden çekiniyorum. Muasır medeniyetler seviyesine çıkmaya çalışırken, yargısıyla ordusuyla elele selam veren bir ülkede yaşıyor olmanın dayanılmaz hafifliğiyle kendimden geçiyorum. Ne olup, hangi mantıkla biter, bazen hiç anlamıyorum.

Bu yazı 301’e takılır diye bile düşünüyorum bu sevdiğim memlekette ve elimden değiştirecek birşey gelmiyor, gelsin istemiyorum ya ona üzülüyorum.

Yaz yüzünden herhalde, komşular haklı..

20080609

f-s

Bir ayrılık ilk kez ne zaman düşer insanın aklına? Düşer de yerinden kalksın diye içinden geriye doğru sayarsın, olmadı mı, bir daha denesek, denesen hatta karşı tarafa çaktırmadan, şöyle bir yerlerin tekil tekil acısa da iki’nin manasını hatırlasan şanlı geçmişinizden. Bir ayrılık düşerse kalkar mı yerinden, vuku bulmuş mudur ki ilk talihli sen olasın, hangi gazete kaç kupona bir yazı dizisinde anlatır aşk’ınızı yeniden alevlendirmenin yollarını? Anlatırsa anlar mısın artık? Artık çok mu geç?

Bizim sigara ile olan ilişkimiz beş sene yedi ay. Masum flörtümüz tutkulu bir birlikteliğe dönüşüverdi bir anda, günde birkaç defa görüşürken uzunca bir müddet, ayrılamaz olduk birbirimizden.

Ayrılık neden düşer ki insanın aklına? Böyle iyiydik, hakikaten iyiydik böyle, mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk, bir yerlere de gidiyor gibiydi aramızdaki şeyin ismi herneyse, birbirimize pek de yakışıyorduk gülümseyen fotoğraflarda. Bir gün, belki de bir sabah uyandığımda, yanında, bana zarar verdiğini farketmiş olabilirim, istemeyerek yaptığını bilsem bile; başka ve yeni bir ülkede yaşamak istemiş olabilirim, bunun zor olacağını kendime söylesem de, başka ve yeni bir toprakta var olmaya çalışmak; seninle geçirdiğimiz dakikaların bana birşey katmadığını anlamışımdır, malum hayat kısa ve biraz cesaret bulabildim kendimde; sensiz de yapabileceğimi görmüşümdür, aynada ve yalnızlığımın o uzaktan çağıran sesi, kulağımda.

Biteceğini biliyorduk değil mi sigara? O paketin içinde, cebimde onca zaman durmuşken böyle olacağını ikimiz de görüyorduk.

Onca zamandan sonra kolay değil. Başımı yastığa koyduğumda sen geleceksin aklıma, ayrılığın düştüğü aynı yerden gözlerimin içine bakacaksın, içim kıyılacak, ne yapsam oracıkta bitivereceksin. iyi birşey olduğunda sen de bil isteyeceğim, yoksun, işten eve dönünce seni görmek isteyeceğim, yoksun, akşam yatmadan son kez öpmeyi isteyeceğim seni, yoksun, birden yokluğun bildiğim tek şey oluverecek, ama sen olmayacaksın, yoksun.

Bu bir ayrılık yazısı değil sigara, birkaç kez denedik ama beceremedik, biliyorsun. Sana böyle veda etmeyi de isterdim doğrusu, pek afilli ama daha hazır değilim, ki içten içe bu duruma gülüyorsun. Normal bir aşka ne çok benzediğinden mutlusundur sanırım, olsun, seni sevmediğimden değil zaten tüm bunlar, bu da kenarda dursun, birgün ayrılacağımıza dair kafana birşey takılırsa, açıp ve senden son bir tane yakıp okuruz diye birkaç cümle, bunu da çok göremem sana.

Sonra biraz daha uzakta durmaya başlayacağız, malum bu ayrılık, eşyalarını hemen toplatmaz adama. Elim telefona gidecek ve bardakta birazcık rakı, bira, şarap artık ne varsa, hepsi senin için çalışmaya başlayacak, olmaz, yapmamalıyız, bir faydası olmadığını biliyoruz ikimiz de. Sana “bitti” dediğimde, bir aşk’ın beş harfli noktası, geriye dönsek bile eskisi gibi olmayacağını çoktan not etmiş olmalıydık, kendimizi kandırmak güzel duruyor şimdi, eskisinden bile daha güzel olabilir herşey yeniden bir araya gelsek, olmaz ki, yeniden ayrılacağız nasıl olsa ve ben artık senin aklımda kalmış parçalarını seviyorum, sevmek zorundayım, anla.

20080606

f

Dinle sevgilim.

Yokluğunda çok kitap okuyamadım maalesef, bildiğin gibi iş güç koşuşturmaca. Öyle çok keyifli vakitlerim olduğu da söylenemez, yorgun bile sayılırım hatta.

Çok uykum var, seni beklemenin en zor kısmı da bu olsa gerek, kollarını bıraksaydın giderken böyle olmazdı, lakin bilirsin sana da kıyamam.

Büyük cümleler kuracak değilim, bilirsin, bazen tek kelime, tek bakışın yeter anlaşmamıza.

Adalara gitmek geçti aklımdan, bu haftasonu, birkaç kadeh rakının belini kırarız ve o ince beline sarılıp yalpalayarak yürürüm sonra, sen gelince konuşuruz, kaçmıyor ya güzelim ada.

Sigarayı da bırakacağım, bunu da biliyorsun, birazcık daha zamana ihtiyacım var sanırım, neyse kızma.

Birkaç kitap aldım, bilmem sever misin, askerde okurum onu da düşündüm, vaktim kalırsa.

Batı yakasında değişen birşey yok anlayacağın, batı yakasında bir ben varım seni bekleyen, batı yakası hala kalabalık ve yazı bekliyoruz kaçmak için, usulca.

Artık dönsen diyorum..

20080526

g

Bana kalsa, basar giderim buralardan burgazada’ya, ufak bir restoran açarım kendime, hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz mezeler koyarım menüye, gelen gidenle otururum, ama herkesle değil, adam seçerim, adam gibi kimselerin, gülenlerin yanına otururum, gece evime dönerim sonra, çok geçe kalmadan, kış ise zaten kimler olacak adada, yazın eve dönmeden biraz sahildeki banklarda otururum, evin girişindeki çiçeklerimi sularım ve her gece “güneşli pazartesiler” izlerim, bıkmam, defalarca izlerim, şarkılarını dinlerim bütün gün.

Bir Pazartesi, bakarsın basar giderim.
Güneşli bir Pazartesi..

20080516

f-a

Ben bu saatten sonra ancak rüya yazarım; elim kelimelere gider de kelimeler kaçar başka sayfalara, elim eline değer de bu seni ne kadar mutlu eder bunca yokluğun içinde, elim kolum bağlanır aklıma geliveren bir hikayede, saklambaç oynayan çocuğun annesinin balkondan çağırması gibi, eski bir bahar, kısa kollu, akşamüstü, bırakıp gidiveririm herşeyi, bu satırları, seni, ancak bir rüyada.

Üstüste dinlenmiş şarkılara benziyor hayatımız, yanlışlıkla takılı kalmış, belki bozuk bir plak, hep dedikleri buymuş meğer. Sana anlamlar yüklemeye çalışmıyorum, anlaşalım, anlamlı birşey olduğun için seviyorum seni. O şarkı biraz daha neşeli olsun diye yoksun hayatımda, iyice dinle, seviyorum zaten o melodiyi, çaktırmayalım. Sana yalanlar da söyleyecek de değilim bu saat onikiyi bir milim geçtikten sonra, bu saat geçip gidiyor diye sana tutunacak da değilim, bunu da tartışmayalım.

Üstüste artı birde farkediyor insan, iyice sıkışıp kaldık, sol anahtarının sağında, , idare et.

Mutlu mesut yaşamayı tercih edebilirdik, neşeli cümleler, neşeli satırlar. Böyle olsun da istemezdik aslında, hiç bir gözümüzü kapadığımızda. Lakin sen şimdi bunları düşünme, ben ikimizin yerine de hallediyorum bazı mevzuları, kızacak birşey yok, adil davranıyorum bildiğimiz şeylere, bir sana bir bana sonra yeniden sana bakıp öyle geçiyorum kendimin karşısına. O kadar da kötü de değil merak etme, bildiğin şeyler, aynı tas aynı anlamını bilmediğimiz terane, anlamlı birşey olduğun için seviyorum seni, bunu unutma.

20080501

notes

  • gülben ergen'in bir şarkısını pek beğendim. dinlemekteyim sürekli. bu böyle birşey herhalde, genlerinde oluyor insanın, sevmemeliyim sevmemeliyim deyip sevebiliyorsun, türksün nihayetinde.
  • benim iradem yok. birşeye başlatırsanız bırakamam.
  • birkaç arkadaşımı özlüyorum ara sıra, arkadaş önemli birşey imiş, bunu bana para verseniz söyletemezdiniz 3 sene önce, ne hallere geldik ey rabbim.
  • istanbul fakir bir şehir, biraz kırık, biraz eski.
  • ama alışıyor insan herşeye, kolayca. bunun böyle olmasını da beklemezdim.
  • askere gideceğim ağustosta, aklıma düşüyor arada sırada, çok değil.
  • tatili bu kadar beklemem, yorulduğumdan mı yoksa bekleyecek birşey olsundan mı?
  • bu havalar, bu yağmur; bahar olduğundan mı dokunur sinirimize yoksa eylül olsa çoktan maruz görür müydük yoksa sevmediğinizden mi kapalı havaları?
  • sait faik yazdıysa, bunların manası ne?

20080429

bir

Bir takım olaylar cereyan etmekte ve ben yalnızca, sadece ama bazen kaçırırım tüm o saniyeleri diye korkarım, kendimden, senin ellerinden. Hızlıca değişir mevsimler, eylülde kalır aklım, sarı yapraklar çok şeyin sorumlusu, yağmurlar artık yağmasın, kendimizi kandırmayalım.

Kapalı kapılar ardında konuşurum kendimle de bir sonuca varamam, bir şehri savaşta kazanır da masada veriveririm cömertliğimden, kadir kıymet bilmez dersin sen ama beni bilmediğinden. Oysa herşeyin kaydı tutulur bir yerlerde, kaç kasanın anahtarı durur yastığımın altında, bilemem, kendimi ellerine bırakırım ama ele veremem, sen beni böyle bilmediğinden.

Lakin yakınım olur uzun zamandır görmediğim acılarım, simasını görsem tanırım dokuz gömlek öte yalnızlığımın, bizimkisi lafta sadece şekerim, bitanem, balım; korkacak birşey yok, yarın unutur giderim, merak etme, sakın.

Bir kibrit bulurum, yakarım kendimi, yakarım bu şehri, bir sigara yakarım. Sana masallar anlatırım da kendimi inandıramam, tersi ihtimallerin pamuk prensesi gibi durursun öylece, tanıdığın en sevimli, en uykucu cüce ben, birgün seni sen öylece uyurken öpemeyeceğimden korkarım.

Kafiyesini alırım şu hayatın da, karesi ağır gelir ve köklerine insen annem sıradan bir insancık.

20080426

vah vah

o değil de,

deniz seki'nin beyaz'da yıllar öncesinden kalma bir videosu vardı. şaka gibi..

kadın taş iken fil olmuş. bir insan neden kendine böyle birşey yapar ki?

sıfır bedene karşı feminist bir hareket gelirse hoş gelişler ola, önce kendinizi inandırın.

20080424

barça

Sevgili okuyucular,

Size bu satırları güzel kentimiz barcelona’nın havaalanında, öğle saati olmasına rağmen herkes içiyor ben niye içmeyeyim diyerek alınmış bir bira eşliğinde yazıyorum. Tabii o insanların hepsi ingiliz, bu durum beni durdurdu mu, hayır.

Bir önceki kısacık mintirik post’tan da anlaşılabileceği üzere bu şehre gelip de Gaudi, tırmala beni kaşı beni dememek mümkün değil. Bu noktaya birazdan değineceğiz. Lakin sanırsam dünyada ismi bir mimarla birleşik bu kadar anılan başka bir şehir yoktur, hoş başka da Gaudi yok. Futbol spikeri türkçesiyle “ Gaudi şehre imzasını atmış”

Sagra da familia’yı ilk gördüğünüzde yani metrodan inip kafayı çevirdiğinizde bir an yerinizde durup öylece bakakalıyorsunuz. Bir insanın bunu nasıl düşündüğünü, zihninde nasıl şekillendirdiğini anlamak mümkün değil. Tabii daha yarısı ancak bitmiş olduğundan (estimated arrival: 2026) hala bir inşaat alanında, kordonlar eşliğinde gezdiğinizi de hatırlatırım. İspanikler bayağı bir müddet tamamlansın, yok böyle kalsın şeklinde tartışmışlar, korkuları kimsenin Gaudi’nin işini devam ettiremeyeceği imiş. Gaudi ise öleceğini anladığı an inşa yerine kendisinden sonra geleceklerin devam edebilmesi için planlarını çizmeye başlamış.

Beni en fazla etkiliyen ise Gaudi’nin yalnızca 70 yaşından sonra kendisini tamamen bu kilisenin yapımına vermesi oldu. Sebebini ise şöyle açıklamış: “ artık hiçbir arkadaşım, dostum, ailem, vaktimi harcamaya değecek kimsem kalmadı, hepsi öldüler”. Düşünsenize dehasınız, böyle bir iş yapıyorsunuz ve sizin için etrafınızdaki insanlar bu işten çalabilecek kadar değerli olabiliyor, Gaudi burada bizim gibi devlet memurlarına iş-özel hayat dengesi dersinin suyunu çıkarıp veriyor.

Geyik olarak arkadaşlarıma mail atıp: “ yahu ben bu sagra da familia’ya gidecektim, daha bitmemiş, gideyim mi, değer mi, bitince mi gideyim?” şeklinde bir olta attım. sadece bir kişi atladı, sabıkalıyım artık, kimse inanmıyor ama it was a nice trial J Gaudi’ye neden acele etmiyorsun diye sorduklarında ise şu cevabı vermiş: “ müşterimin acelesi yok”, bilmeyenler için tapınağın tamamen tanrıya adandığını ve bütün dinlerden insanlara gel dendiğini ekleyelim.

La pedrara, park güell gibi diğer Gaudi işlerini de gezdim, sonrasında otelin haritasında ne kadar kocaman şekilde çizilmiş anıtımsı, mimarimsi yer varsa hepsine de gittim acele etmeden. Modern sanat müzesinden haz etmedim ama bir bankanın modern sanat sergisini pek beğendim, hatta orada charlie chaplin filmleri var idi, yarım saat izleyip güldüm, çok entrasan.

Bir turistik insan olmanın en güzel yanı zaman derdiniz olmayışı. 5 gün boyunca her öğlen 12’de kalktım, gece de diskolarda tepinip sabaha karşın bedavaya kaldığım hilton odama döndüm, bedava çünkü arkadaşım iş için burada. İçim dışım baget ve ton balığı oldu, bira da oldu, bazen viski bile oldu.

Barcelona’nın deniz kenti olduğunu söylemek zor ama, buraya gelince boğazın kıymetini ve denizle ne kadar haşır neşir yaşadığımızı farkettim. 5 gün içinde yalnızca bir gün deniz kenarını gördüm, zaten oraya da çok matah yerler yapmamışlar, böyle bir dertleri de yok adamların, hatta kordon anlayışları yok diyelim de eskiler anlasın, missilence gülsün birazcık.

Harita özürlü birisi olarak yine kayboldum, fakat bu kayboluş beni istesem bulamayacağım ara bir sokağa çıkardı. O kadar güzel minik bir bar buldum ki resimlerini görseniz anlarsınız. Küçücük, eski püskü bir yer, insanlar gelip ayaküstü bir bira içip gidiyorlar. Tam oturup etrafa bakınırken yan masadaki çocuk birşeyler söylemeye başladı ve şerefe yaptık, içimden diyorum ki tipe bak, kesin zararlı neşriyat teklif edecek şimdi bana. Meğerse kübalı imiş, çat pat ingilizcesi ile konuşmaya çalıştık, sürekli gülen acayip tatlı bir herifti, nice to meet you dostum dedim bardan ayrılırken, bize de bekleriz, istanbula.

Gece hayatı ise oldukça başarılı. Mekana gidiyorsunuz saat bir buçuğa kadar kimse yok, lan diyorum nasıl iş bu, boş kalacak herhalde, sonra yirmi dakikada pat diye ayakta duracak yer yok. İlk gün facia bir turistik yerden sonra şehrin kalifiye yerlerini keşfettik tabii ki, en azından artık böyle lokal iyi yerleri bulmakta geliştirmişim kendimi. Pazar ve Salı gecesi bile saat 3’te insanlar dans ediyor, anlamak mümkün değil.

Şimdi erkek okuyucularımız için geliyor bomba. İlk gün nou camp’a gittim, bakayım bi diye, sonra o gün espanyol maçı olduğunu öğrendim, sonra dedim ki lan hayatında kaç defa geleceksin barcelona’ya al bilet, sonra madem alıyorsun neden en güzelini almıyorsun deyip sahanın on metre kenarında inanılmaz bir yerden bilet aldım, şöyle ki messi, eto falan resmen burnumuzun dibinde ısınıyor, ayrıca messi maçta tam önümüzde bir hareket yaptı ki Gaudi neyse messi de futbolda budur dedim, şaka gibi. (orospu çocuğu real madrid J)

Böyle bir beş günün de sonuna geldik, tedbil-i mekanda ferahlık vardır diye boşuna dememiş dedelerimiz, tabii bu mekan barça olunca daha bir ferah oluyor insan ve ben yavaştan duty free’ye doğru yerimden kalkıyorum.

Esen kalın..

20080421

f

gaudi insan ise biz neyiz?

ne diye çalışıyoruz?

amacımız ne?

20080418

Bebe'k


Geçenlerde televizyonda Ara Güler’in eski istanbul resimlerinden oluşan bir sergi haberine rastladım. Spiker arkadaş sözü Ara’mca’ya verdiğinde birden dikkatimi yine televizyona vermek durumunda kaldım, çünkü Ara’mca bağırmaya köpürmeye başladı: “siz bu istanbul’a istanbul mu diyorsunuz? Siz ne gördünüz ki?”. Yalnız böyle yazdığıma bakmayın, adamcağız bayağı bir hiddetli bağırıyor: “ ne silüet kaldı, ne manzara, ne gün batımı, ne de o insanlar”

Haklı da, bu istanbul giderek garip bir hal alıyor. İlk geldiğimde beni ürküten ama sonrasında alıştığım bu kuru kalabalık oradan oraya savrulurken sağa sola binalar dikiyor, hayatının ciddi bir kısmını köprülerde, yollarda geçiriyor, çoğu denizi bile görmeden yamuk yumuk yerlerde yaşayarak geçip gidiveriyor. Otoyol kenarlarında piknik yapanlar ile en fakiri olsa bile 50 sene önce sahilde yürüyenleri nasıl kıyaslayabiliriz? Boğazı bekleyen yalıların birindeki yangını çindeymiş gibi izleyen o gençlerle reina’da sabaha kadar tepinen zirzopları hangi kefeye koysak ağır basar? Galata’da balık tutan bir adamın o sandallara bakarken şehrin bir yerinde duran o yokluk, o eksiklik, o bizim artık romanlardan okuduğumuz hüzün yerini çok da fazlasıyla ekmek parası yani bir kilo lüferle tekirin kaçtan gideceğine bırakmadı mı?

Ben bu şehir işlerinden anlamam, bu şehirler beni anlamadığından ve bu şehirleri pek çok kimse benden fazla sevdiğinden yanaşmam pek. Lakin Bebek benim bir yerimde olanca sadeliği ile durur. Yapacak işim olmadığında hatta çoğu haftasonu olduğunda, Bebek’e iner, kahvede birkaç çay içer, gazetemi okur, sonra parkta yürürüm, yanımda sevdiceğim ya da sevdiğim birileri varsa daha bir mutlu olurum. Belki tüm bunlar, yani Bebek’le benim aramdaki bu aşk tamamen benim iniveriyor olabilmem, pek de zahmete katlanmadan evimden azıcık mesafeyle gidebilmemle başlamıştır, bir müddet sonra şu yukarıdaki cümleleri yazabilecek kadar kendimi Bebek’in içinden hissedeceğimi bilmemin de payı vardır muhakkak.

Lakin bu Bebek giderek globalleşen dünyamızın küreselleşen bir markası olmak durumunda. Tiky tiky kızlarımızın mini mini etekleri ile geldikleri, saçları pek jöleli oğlanlarımızın valeye anahtarlarını uzattıkları, nişantaşı’ndaki her mekanın kopyasını açtıkları bir yer olmaya başladı. “aaa duydun mu house cafe bebeğe de açılmış” nidaları ile başlayan yeşil tri-stripes eşofmanlı kız konuşmalarının bittiği yer, artık o her sabah geçtiğim daracık yolun kenarındaki masalarda bitiyor.

Kendini bilmez bir şekilde, bu irenç insanlar ile başlayan cümleler kuracak değilim, yer yer zaman zaman bu insanlarla gayet birlikte eğlendiğim vuku bulmuştur. Bu insanların hayatlarının ne kadar boş olduğu, kaç gram akıllarının olduğu da çok su götütür ve gereksiz bir tartışmadır. Hiç girmeyelim.

Tüm bu olanların bana en büyük etkisi arabayla inecek delik bulamamak ve o arabayı park edecek yer için takla atmaktan ibarettir, bundan muzdarip miyim, oldukça. Yoksa ben hala, aynı yerlere gidiyor ve aynı yerlerde yürüyorum, kimsenin dur kardeşim ne yapıyorsun dediği de yok, e bu durumda çok ağlanıp sızlanacak bir durum da yok aslında.

Lakin tanıdığım birkaç abi, Bebek’in bu ellerinden kayıp giden masum haline üzülmekte ve ben de onlara katılmaktayım. Bir zamanların sessiz sedasız kızlara benzeyen Bebek’i, hani o hep yanaşmaya çalıştığınız ama cesaret edemediğiniz güzellik, herkes tarafından görünür ve sıradanlaşır olmaya başladı.

Saçlarını sarıya boyattı hatta.

20080414

baha diye bir şarkıcı vardı.

Mevsimlerin değişimi herkes için iyi oluyordur herhalde, bir vakit sonra zaten pek de filmlere benzemeyen hayatlarımız artık o hangi mevsimse bukalemun gibi yaşamaya alışıyor çünkü; bkz: şemsiye, eldiven, çizme, erkenden kararan hava. Sonra hop diye o bildiğimiz rutinin uzaktan akrabası hava’lar başka bir hal alıveriyor; saatler ileri gidiyor bir adım, evde oturmak sıkıcı bir hal alıyor, işte böyle. Mesela yazarımız şu sırada balkonunda, az önce ise bebek’te idi, bebek kısmına geri dönecek zaten, biraz sonra.

Sokaktan ıslık çalan bir adamın geçmesi güzel birşey.

Bizim bu balkonu, çok önceleri içeride duran bir masa bekler, yaz kış, hiç içeri girmeden. Aslında bizim de değil, evin eski sahibi kadıncağız ister atın ister satın diyerek, bir manada kaçarak bırakmıştı tahta arkadaşı. Nedense, özellikle kapalı havalarda eşyaların konuşup düşünebildiği fikri aklıma gelir. Şimdi bu balkonda, şimdi bu ağzı var dili yok masanın aklından neler geçiyordur, tam karşısında yağmurun hışmından kaçıp açmaya çalışan çiçekle bir yakınlaşması var mıdır, bana neden anlatmaz böyle şeyleri, bilinmez.

Yerçekiminin olması iyi birşey yoksa uçup giderdik buralardan.

Çay bahçemsi yerlerde (bebek kahve, heybeliada) çiftleri izlemesi pek entrasan. Beni en fazla şaşkınlığa uğratan ise hiç konuşmadan duranları. Bir türlü anlayamıyorum, oturuyorlar, garson ne yiyip içeceklerse getiriyor beş dakika sonra, birkaç cümle ediyorlar birbirlerinin yüzüne bakmadan, sonra derin bir sessizlik, öbür masanın (tahta olan değil) sakini olarak ben geriliyorum. Yetmiş yaşındakiler yapsa neyse gencecik kimseleri bile böyle görmek garibime gidiyor. Her dakika konuşamazsın ama bu kadar bir susmak pek hayra alamet değildir herhalde.

Artık daha fazla yazacağım, bilginize.

20080404

öylesine rastlanmış başkalarının bir fotoğrafı üzerine

İşte biz o resmin orasında öylece dururken, belli ki bir yazdı kaçıncı yüzyıldan kalma, ama bizim yazımızdı, farkına varmadan yazdığımız bir fotoğrafın ortasında dururduk da haberimiz yoktu. Akşamüstüydü, neşeli bir günün sonunda yorgun birer sandalyede oturuyorduk, sen ben bizim çocuklar ve öylesine şeylere sıradan gülüşlerimiz. Hayat pek bir basit gözükürdü, evlerin pencereleri kadar sıradan, taş merdivenlere çıplak ayakla basmak gibi garip bazen, geçip gideceği aklımıza bile gelmezdi böyle vakitlerin, gelmesi o dakikaya okkalı bir küfür sallamak olurdu çünkü, o an’ı geçip gitmeyi aklıma getirmezdik ki gitsin, anı olsun diye yaşamıyorduk bunları, bir akşamüstü, bir sen, bir ben, bir de bizim çocuklar.

20080327

f

  • yazacak birşeyim yok.
  • vallahi yok.
  • çalışıyorum.
  • çalış çalış, beyni tükettik
  • bu geyik de hem beni hem sizi tüketti
  • ipimle kuşağım ... yani, çok ayıp bir söz bu
  • herkeste bir kızgınlık var, başbakar da, toplum da, gazetede
  • bu bahar havasına yakışıyor mu?
  • şu yağmurlar..
  • hem maddi hem manevi zararım var bazı mevzulardan
  • bunları böyle bir platformdan paylaşmam
  • evimize hırsız girdi, çıktı, aldı birşeyler
  • e be hayvan, herşeyi anladım da, bi bokuna yaramayacak digiturk kutusunu ne diye aldın.
  • alarm taktırdık, rahatladık, gel lan bi daha, bi kutu daha aldım
  • sevgili seyirciler, silenzio magazin bir ilki gerçekleştirdi
  • anasıyla kavuşamayan tüm ünlüleri açıklıyoruz
  • ronaldinho mesela, yavrum sen neden hiç anneni aramıyorsun sen?
  • top peşinde koştun da ne oldu, hayır duası alsan daha falsolu vurursun o topa
  • ingilizlerin iki deyimi var; biri right as rain; bunun şarkısı da var
  • o şarkıyı söyleyen kızın ismi adele, büyük sanatçı
  • juno da garip bir film, güzel gibi
  • zaten saundtirekleri iyi filmler ve insanlar iyi olur kamil
  • çok mu alıngan olduk, olabilir
  • kıyafetimi değiştirsem
  • bu yakıştı mı?
  • uykum var
  • uyku, iş, divan, uyku, iş
  • alarm var artık alarm, duydun mu pis hırkız..

20080320

f

Bahar geliyor. Bizim evin önündeki ağaçta tomurcuklar gözükmeye başladı, kalın ve ince giyinmek seçimi hayati rolüne bürünüverdi yeniden, uyanıp camdan bakınca mavi gökyüzünü görmek sıradan bir vaka olmaya doğru ilerliyor, hızlıca.

Akşamüstleri biraz daha maceraperest olacak şimdi, çalışmak o saatlerde, o haftasonlarında, o öğleden sonralarında zorlaşacak, deniz kıyıları insanla dolup taşacak, istanbul gelinlik kızlar gibi güzelleşiverecek. Times new roman bile trebuchet kadar mutlu olacak belki bu bahar. Bahar bu, yeşiller açmayanı sevmeyecek hayat, gülümse diyecek, hiç bilmiyorsan yapabilenlerin taklidini yap, bu kadarını yapabilirsin değil mi?

Kışlık hatıralar divanın altındaki yerlerini alırlarken yaza özenecekler. Yaz, baharın uzaktan akrabası, çok sık görüşemiyorlar, malum; ikisinin de takvimi müsait değil. Her insanın bir mevsimi olacak derse devlet, benimkisi sonbahar, yani daha vakit var.

20080317

3

Yalandan kim ölmüş? Üç.

Güzel bir şarkı dinlemiş önce, aklında hiç yokmuş böyle şeyler, iki’sini birden kandırırken bir’ine gizlice ihanet etmiş üç, kendisine çok sonra haber vermiş.

Bu ağır yük geceleri uykusunun ucunda durmuş ve yastığının aklından geçerken uğramış derin bir pişmanlık, kaybedilen zaman, yazık, üç’ün içi acımış.

Bir yalana inanmış olmakla, bu işi olduramamak arasında takılı kalmış saatin akrep ile onu kovanı, aralarında üç; ve bir yel esse uygun olurdu böyle bir durumda, oysa rüzgar şaşkınlıktan oracıkta kalmış.

Bir yalan günahına girerken parantez içindeki aşk’larının, günah olan yalan mıydı, yalan olan aşk’ları mı oluveriyordu şimdi, on’u düşünmüş üç.

Altı üstü bir hayattır yaşanılan, kırık, kırgın ve yorgun olmak lazım gelirse kırık, kırgın ve yorgun bir aşk’ın ardından, bir yalana inanmakla bir yalanı olduramamak, hangisini seçersen esas karakter olarak, tebrik eder seni üç, nihayetinde ölü bulunur bir sabaha karşı, nihayetinde söylenmemiş ama oracıkta hep durmuş bir yalan’dan.

20080309

hayat

Bazen düşündüğümde çok sıradan bir hayat yaşadığımı farkediyorum. Devlet memurundan halliceyim; sabah sekiz akşam beş mesaime gidiyorum, gömleklerim ütüleniyor bir şekilde sağolsunlar, çantama evraklarımı koyuyorum eve dönerken, günde en az beş bardak çay içiyorum, günaydın diyorum merdivenden çıkarken gördüklerime.

Oysa bir Russell Crowe öyle mi? Kah bir denizci oluyor, kah gladyatör, kah şarap yapan bir ingiliz. Aksanı desen pek havalı, saygı duyuyorum, normal hayatta birkaç söyleyişini de izledim, mert bir insan, eminim. Russell’lar kolay yetişmiyor günümüzde.

Bazen düşünüyorum da şu A+ hayatım pek bir maceraperest. Kışa tam alışmışken baharı bekliyorum gizliden, sonbahara ihanet ediyormuş gibi hissediyorum kendimi akşamüstlerinde, o derece. Arabayı deli gibi kullanıyorum bazen, bastığım gazlar trafik canavarına davetiye. Çok yüksek sesle müzik dinliyorum kimi zaman, çılgınlık, üstteki ev sahibi geliverirse diye hiç düşünmüyorum.

Lakin şimdilerde bir paris hilton benzeri türk peydah olmuş gastelere, yolu açık olsun hanım kızımızın, onun hayatı böyle mi?

Bazen düşünmüyorum da aklıma geliveriyor, çok şanslı bir adamım. Eskiden pek değerini bilmediğim sayıda iyi arkadaşım var, tanrı vergisi çalışan bir kafaya sahibim, yaşlandıkça daha yakışıklı oluyorum ayrıca, kumar oynasam tek el kazandırmayacak bir aşka sahibim, harika şarkılar buluyorum bir yerlerden, sağ elimle yazıp sol ayağımla top oynuyorum garip bir şekilde, büyük yetenek.

Velhasıl gülben ergen’in yeni albümü umurumda değil.

20080229

and all I'm doing here is just waiting for you...

bu şarkı:

http://www.jango.com/stations/3514946;tunein?u=0&song_id=126826&proxy_id=3795000

bu da sözleri:

http://www.lyricsmania.com/lyrics/jens_lekman_lyrics_27002/other_lyrics_57528/friday_night_at_the_drive-in_bingo_lyrics_742453.html

ve bu adam bu memlekete geldi de ben gitmedim, kendimi hiç affetmeyeceğim..

bir insan böyle bir konuda şarkı yazarsa ve bunu da benim hüzünlü melodilerimin içinde gülümseyen yanım diye yaparsa yanaklarından öperim, canım benim derim, jens lekman benim kardeşimdir bu saatten sonra, russell crowe ise abilerin en güzeli.

iki bira içince kendime gelmemin en basit nedeni ayrıca, kendimden biraz daha uzaklaşmam olabilir, ki bu kendimi gereksiz şeyler işgal ettiğinden, kurtuluş dakikalarım diye adledip her gece kutlayabilirim.

neyse, en güzeli şarkıyı dinleyin, başlık'ımızın manası da orada saklı..

20080227

g

belki de bu hayatın anlamı yarışma programlarından birine girmekte gizlidir.

a) kutumu açın
b) 10'dan geriye sayalım hep birlikte
c) içimden d geçiyor ama ben f diyeceğim
d) kapayın kutumu
e) önemli olan iç güzelliği
f) riske girmek istemiyorum
g) bir moral alkışı
h) yaşandı bitti saygısızca
i) ı şıkkını yediğim için mutluyum

insanların her sabah uyanıyor olması bir garip değil mi?

a) bir gün uyanmayacaklar
b) kutumu açın
c) açın da gideyim

20080222

f

Kötü adamlar çalar çırpar, gözünün yaşına bakmadan adam öldürürler, kalan sağlardan işine yarayanları seçer, yollarına devam ederler bir şekilde. Kötü adamlar çok konuşmaz, konuşurlarsa kötü sözler söyler, kırar dökerler, yalnızlıklarının tadını çıkartırlar boş vakitlerinde ve mutluymuş taklidi yaparlar kendilerine. İki ile iki buluşunca bir eder onların gözlerinde, noktalama işaretleri yalnızca nokta oluverir, o paragrafta anlatılmak istenen şey susuverir, birşey söylemez, birşey söylemez kötü adamlar.

Lakin ben iyi bir adamım, annem beni iyi adam olayım diye doğurmuş, yıllar sonra anlıyorum, onca çaba boşunaymış.

20080219

k'ar

Biz şehirden gidince kar gelmeye karar verdi ve uzunca zamandır beklediğimiz beyaz bunu mu demek istediniz diye sorarcasına orta yerine yerleşiverdi hayatımızın.

Hayatımız hayatım, spongebob squarepants gibi süprizlere açık. Bilerek imla hatası yapamayacağımıza göre, işin macerası yanılıp doğrularını bulmakla geçecek uzunca bir müddet. İki resim arasındaki onbirinci farkta her resmin ayrı bir güzelliği olduğunu anlayacağız, her mevsimin, her yeniden başlamanın, her yaşın, herşeyin. Nefes almak giderek daha sıradan bir hal alacak, bu böyle, kendimizi daha fazla bileceğimize göre bulmacaları çözdükçe; o resimlerden birindeki şarkının ismini gözümüz kapalı yazacağız.

Oysa kar bir sokağa yerleştiğinde mahallenin sakinlerine içten içe gülümser, evden çıkamamışlara büyük bir iyilik yaptığını düşünür haklı olarak, çocuklara bedavadan bir sevinç.

Yani bu kar, yanımıza iyi hatıralar olarak kar kalacak; a şapkasını unutacak bir yerlerde belli ve kar’ı da gördüğümüze göre bahar’ı beklemeye başlayacağız gizlice. Kış en büyük gösterisini artık sahneye koyduğundan yavaşça salondan çıkabiliriz, bis yapsa bundan daha iyi olamayacağı için kartoplarımızdan kardan adamlar, buzlarımızdan kaydıraklar yaparak artık gidebiliriz.

Lakin kar için gitmek, akıllarda kalmak demektir hayatım, öyle diyor, ben onun yalancısıyım.

20080214

bir

Trebuchet ile yazmaya başlamam hayatımda bazı şeylerin yolunda gitmediğini farketmediğimden değil.

Şu sigaralar ile olan ve üzerimde hiç üstemesem de şık duran sorunumu da seviyorum, vazgeçememek; geçip gitmeyi artık pek de beceremeyen vesikalıklarımın sağ alt köşesinde kimsesiz bir stüdyonun silik ismi. Caddenin bir köşesinde keşfedilmeyi bekleyen fotoğrafçıyım belki de, eğer resimlerinizde mutlu, mesut, bahtiyar gözükmek istiyorsanız bekliyorum. Vazgeçmelik iyi şarkılar da dinletirim siz kameraya gülümserken, Sondre Lerche diye bir adamı tavsiye ederim, isterseniz tabii, lakin eskisi kadar geç saatlere kalamıyorum, malum iş, güç, yorgunluk. Saat oniki gibi yatağa gidiyorum, beynimin büyük bir kısmı günlük gaile, rahmetli büyükannemin dediği gibi “bu dünyanın gailesi biter mi a oğlum”. Ne diyorduk; “dont spend all your time, it is only hit and run”

Kendimi eski istanbul’un eski bir sokağında buluyorum bazen. Oysa ben hiç gezmeyi sevmem bilmediğim yerlerde, elimden tutup götürülmezsem bir fotoğrafta farkederim oralarda olmak istediğimi, küçücük bir esnafın marketinde çırak oluvermek isterim de elimdeki bana ait poşetlerin içindekiler pek bir kıymetli gözükür. Ne yaparsanız yapın ama, o içinde yaşadığım mahalle, o içinde dönüp durduğum melodi, o tahta evlerden, o evlere çıkan dik taş merdivenlerden, orada yaşayan ve hiç ölmeyen yaşlı bir amcadan, o komşuluğa gelen teyzelerden, o teyzelerin yaramaz çocuklarından beni alamazsınız.

Üstüne bir de durmadan geçen bir zaman var. Günler birbiri ardına giderken, sahi bugün günlerden hangi çekim ekindeyiz, kendimden üç yaş küçüklere abiymişim gibi bakıyorum. Abiler bilir herşeyi, abiler bir sorun varsa çözerler, abiler sizden bir adım ötede sizinle birlikte yaşlanırlar sessizce de size söylemezler. Bense pek birşey bilmiyorum, bildiklerimi saklıyorum saksıların içine, sonra keyifli çiçekler yetiştiriyorum çaktıra çaktıra kendime. Bu halim, yani böyle kaçar gibi kaptırmış kendini bu mutluluk hikayesine, içten içe hüzünlü insanlara özeniyorum, onlar gibi boş gözlerle bakmak istiyorum etrafa, hiçbirşey umurumda olmasın istiyorum siz mutlu insanlara ait, gitmek istiyorum kimselere haber vermeden, hakkımda konuşulurken hali kötü galiba densin istiyorum. tanrım beni neden böyle yarattın, böyle ise neden ortalıkta bıraktın, aklıma neden yollar koyup yürümeyi sevdirmiyorsun bana.

Anlıyor musun, ben sade söylenmiş bir kahveyi masaya getiren orta yaşlı bir garsonun yüzündeki hafif memnuniyetsiz ifadeyi farketmek istiyorum, yalan dolansız konuşan ufak bir çocuğun geleceğini hayal etmek istiyorum onun yarım yamalak cümlelerinde, bir oğlanın bir kızla mutlu olmadığını iki keimesinden anlayıp hayatlarının kesişen köşelerine yalın bir ayrılık yazmak istiyorum, tek başına yanımdan geçen genç bir kızın aklındaki onca şeyi tahmin etmek istiyorum, aynada kendime baktığımda aynasız kendime çeki düzen verecek iki çift lafım olsun diyorum. Çok şey istemiyorum, çok şeyin az şeyin karesi olduğunu anlayacak kadar gördüm, çok şeyden sıkıldığımdan değil, çok şey içinde kendimi bulamamaktan korktuğumdan tüm bunlar.

Sonra kendimi 1960’ların bir anadolu kasabasında buluveriyorum, üstümdeki kalın parka ile karlara bata çıka evime gitmeye çalıştığım bir akşamüstünde evimdeki sobanın zar zor yandığını düşünüp üşüyorum, perdelerini çektiğim vakit bu evde okuduğum kitaptaki sevimli kıza aşık olduğumu farkediyorum, hava biraz daha kararırken ve herkes işinde gücündeyken, benim bütün işsizliğimin tadını çıkarıyorum.

Trebuchet ile yazmaya başlamam hayatımda bazı şeylerin yolunda gitmediğini farketmediğimden değil, kadınların saçlarını değiştirmesine benzer birşey istediğimden belki, bende olmadığından topu sürekli attığım aşk yanıbaşımda olduğundan artık, topu kendi kafama atıyorum, kafam biraz dağılsın istiyorum, ondan, şimdi anlıyorum.

20080205

kuş

yazmak, uzun süre sonra yeniden yazınca ve hayatında bunları anlatabileceğin birileri olunca çok zor oluyormuş.

aklımda bir hikaye fazlası roman duruyor, geceleri uyumadan önce onu getiriyorum aklıma, birkaç dakika sonra bir masalda mışıl mışıl uyuyorum.

ve kapıdaki güvenlik abi tam çıkarken dedi ki: iyi akşamlar .... bey. Oradaki noktalı kısımlar benim ismim. şaşırdım. o kadar mühim biri değilim ben, neden ismimi bilir ki.

oysa, birkaçşeyvar buraya yazılabilecek ama sizin değerli vaktinizi de almak istemem. yeni kitaplarım geldi, onlara başlamak isterim de elimdekileri bitiremem, buna benzer bir çelişki.

en sevdiğim günlerin listesi ise hala değişmedi: cuma>perşembe>pazar>cumartesi. tembel birisi de sayılmam aslında.

parliement pazar gecesi kuşağı vardı bak, o aklıma geldi, annem yatırmazdı beni o bitmeden, iyi birşeydi o yüzden. polis akademisi 10'u vermişti, rambo vardı şimdilerde yeniden hortlayan, hep orada izlemiştik. tabii müziğini tek kalem geçerim bu yaşımda hala, o ayrı.

kafiyeli şiirler yazardım da ufak yaşımda, sevecek bir kız bulamamıştım platonikin karesi, buna da hala gülerim. önüm arkam sağım en çok da hayat bilgisi yalnızlığım sobe..

şimdi bir fanusun içinde yaşarken; çok mu kırılgan geldiğinden, çok mu saf, çok mu naif, çok mu içten, neden iki sol anahtarıyla açılıverir çocukluğum, bilmem.

artık beynimin onda dokuzuyla excel, geri kalanın 3te ikisiyle powerpoint alıyorum, geriye kalan sınıfın en büyüğü hasan ise tam fatihin istanbulu fethettiği yaşta hala ve havuzun dibindeki şerefsiz deliği tıkayamadık zamanında, o yüzdendir ki iflah olmuyor bu hallerim.

mutlusun mu diye sorarsan evet derim, şaka değil, sahicikten. ama daha mutlu olabilir miydim, bilmem.

20080129

kar

Birki haftadır yoğunlu çalışmaktayım ve bu yoğunluk hali birden yorgunluk haline dönüşüveriyor perilerin geldiği gece vakti. Ben de uyuyuveriyorum. Yapıveriyorum bazı şeyleri, eskiden çok kal’e aldığım şeyleri yapıveriyorum da farketmiyorum artık. Geçen gün girdiğim dükkanın saf çırağına dünyanın parasına satılmış oyuncak kamera’yı farkedip üzülüveriyorum da o çocuk için, şu kar’ı neden böyle bekler dururum anlayamıyorum.

Bu meteroloji’nin ismini doğru dürüst yazıyorum da, onlar bizi kandırmaya neden devam ederler anlamıyorum. Çocukluğumun tatil kahramanı kar yolları kapasın diye bekliyorum, birkaç saat daha fazla uyku için, biraz evde hapsolmuşluk hissi, biraz televizyon karşısında battaniye, biraz pencereden yollara bakmak, bak, hala yağıyor, beyaz siyah’a karşı hep kazanır, kazanır da aldatıveririm kendimi.

Biraz bahar da geliyor aklıma. Güpegündüz hayalini kuruyorum; sabah 8 akşam beş bir işim yok, sahilde yürüyorum, baharın ya başı ya sonu, sakallarım uzamış, birşeylere mutlu olmuşum, mutluluk denizin dalgası, hava da kapalı, öylece yürüyorum. Bir insan neden böyle birşey’i hayal eder ansızın, onu anlayamıyorum, dediğim gibi, çok yoğunum.

Adam başka bir memlekette teknesinin adını “yorgun koymuş, öyle yazıyor gazetede. Yorgun; eksik, eski, eksi birşeylerin boş bırakılmış ikinci üstten virgülüne benziyor bu hayatta. Üstüne onlarca hikaye yazılabilecek aşklara benzemiyor mu ismi? Yorgun; yarım, yamalak, kırgın. Senin yanında uyanmasam nasıl olurdu, nasıl dayanırdım bilemeyiveriyorum bazen.

Sigaralar aklıma gelmiyor oysa, tekerlek bir kere dönmeyince eskisi gibi gitmiyor sevgilim, eskiden çok söylediğim bir sözü sana tekrarlayayım sen uyumadan önce. Demek herşey yalana kavuşabilirmiş en nihayetinde, yok olmaz dediğimiz işler oluverirmiş de senin bir gülümseyişini satın alamazmış; o yağmayan kar, o gelmeyen bahar, o yorgun hikayedeki aşklar.

Ve ben çoğu zaman ban’a öyle baktığında san’a; sen’i seviyorum diyemiyorum, neyse, biliyorsun nasıl olsa. .

20080117

puntolama

  • sigarayı bırakma operasyonum başarı ile sonuçlandı.
  • zaten içenlerin salak ve kro olduğunu düşünmeye başladım.
  • grip&nezle&abercrombie&fitch salgını var, çok emin kaynaklardan duyduk.
  • izmir, ankaradan 15 derece daha sıcak. yeminlen..
  • uçakta eğer bir hostes ya da pilot daha beni uyandırırsa, çok feci olur.
  • çok çalışkan olmalıyız, ben bunu anladım.
  • uyku bütün güzelliklerin annesi
  • bir Palahniuk okudum, garip oldum, rüzgar gibi geçti.
  • bu amcanın ismi gibi ayakkabı var diye hatırlıyorum
  • birgün küçük bir kasabada 3 ay geçireceğim, budur kararım (alaçatı in spring)
  • cemiyette, pişiyoruz cemiyette diye bir şarkı vardı.
  • bomba gibi yazılarla geliyorum, az sonra..

20080115

...'te...

Hangimiz gittiyse fransa’ya ve sokaklarında yürüdüyse gecenin bir vakti, ben orada yoktum, orada olsam değişir miydi birşeyler, çok mu yorgun olurdum, bilir miydim önceden olacakları, olur muydu o vakit, ayırır mıydım mıymıy duran sorumsu kelimeleri, kelimeleri adamdan sayar mıydım, kelimeler kalbimin gizli üçgenleri, bir kenarı sen, ben, diğeri biz; 3-4 ile 5’in akraba olması gibi uzaktan, paris’te, uzun bir kulenin ismini angel koyarız, yazıldığı gibi okunuyor bazı şeyler,, biliriz, oysa şeytan yazdığımızdan daha hızlı okuyor, gözden kaçar, gözlerini benden kaçırmazın, gözlerimin altında yaşlanmışlığım durur, biliriz; bir gün daha biter, bir gün daha doğar, birşeyler daha olur, olur öyle şeyler, hayat bu, birgün biteceğini bile bile yaşamak nasıl birşey ise ve aklımızın ucunda imla hataları, sig’ara vermedik, bıraktık biz demek’le aynı şey. Bıraktık, çok sevdiğimiz şeylerden vazgeçince bıraktık, isimlerini şey koyunca satır satır kaçtık kendilerinden, şimdi bu yabancı mevsimde komşunun çocuğunu oynuyoruz oskarlık, televizyonda çizgi film ile avutuyoruz kendimizi, hanife teyzenin börekleri anamızınkinden güzel, mutluyuz ve gittiğimiz evin kızı düpedüz kandırıkçı, kanıyoruz, satır satır, bir üçgen, 3-4 ile 5’in akraba olması gibi birşey, paris’te..

20080114

sigarankara

Ben sigara hakkında yazacak adam değilim. O uzun süreli, bir bakıma seviyeli birlikteliğimiz sırasında ikimiz de biliyorduk ki ayrılacağız. Ayrılmak zorundayız, böylesi ikimiz için de daha sağlıklı olanı. Bu Cuma günü ani bir kararla, belki de word’un Cuma yazdığımı görür görmez, c’yi büyük yapması kadar ani biçimde ayrılıverdik. Herşeyin hayırlısı, şaka bir yana, sigara cidden bir sevgiliye benziyor, başlarda aklınıza geliyor, tabii ki hep iyi vakitleriniz, sonra sıradan bir yokluk oluveriyor, sonra ki aşamada kubbede hoş bir seda olarak kalmasını bekliyorum, şimdilik yapabildiğim bu. Zor mu? Hangi ayrılık kolay ki eğer içinize çekiyorsanız.

Aynı Cuma günü ankarada idim. Daha havaalanında yanımdaki arkadaşa dedim ki bu havaalanını söküp götürelim buradan, çok güzel olmuş, fazla bu şehre. Ankara 10 derece daha soğuk istanbul’dan, insanın içine işleyen garip bir yanı var o soğukluğun, belki de ben kötü hatıralarımın yanına eklemişimdir boş kalmasın diye, bilemem. Bütün gün, o şehirde dolaşırken yüzümde kırık gülümseme, o şehir ki beni ellerinde büyüttü, inkar edemeyiz, karşılığını ziyadesiyle aldı, sorsanız inkar edemez. İnsan bir şehre kızgın ise bu kolay geçmiyor, bir kere daha anladım. Günün birinde birbirimizi affederiz belki. Ben söylediğim bunca lafı geri alırım, o zaten mağrur “isteyerek yapmadım, beni bilirsin” der, barışıveririz.

Dünya göt hastanesi evimin hemen dibinde açılıverdi. Ortalık birde öğrenciyken pek özenirdim ki gözlüğüm olsun. Çabalarım sonuç verince doktor efendi 0,5’lik birşeyler yazıvermişti de gidip almıştı çaresiz bizimkiler. Pek maymun iştahlı olduğumdan bir sene kadar sonra gözlük unutuldu da, unutulanlar unutanları hiç unutmazmış. Arada sırada başımın ağrısından ya da görmüyorum düpedüz deyişimden takmışlığım vardır ilerleyen saatlerinde hayatımın. Bu gece, okuduğum yazı eciş bücüş gelince, nerede olduğunu unuttuğum hayırsız dost gözlüğü buldum. Gözlükün benim üstümdeki etkisi yazıları bold yapmak onu farkettim, komik geldi bu, digikürt gibi birşey bulmak gibi komik geldi, belle&sebastian’ın çikolatası çıksa yerim, bazen country şarkılarını sevdiğimi farkedip korkuyorum ve gördüğünüz gibi her an saçmayalayabilirim.

Birçok şeyi yapabilirim.

20080108

hazin intikam

türk dizi tarihinin fantasya dünyası, hatta gördüğüm kadarıyla izlenebilecek olan yegane dizisi bıçak sırtı da bu gece itibariyle karizmatik laflar, som som suratlar, gaipten gelen heyecanlı konuklar kervanına katıldı. bu beni pek ilgilendirmez, memleketimizde mehmet ginger & nejat nasılişler'i aynı karede oynuyor diye izleyecek pek çok hanım kızımız mevcutken en fazla başka kanala geçip giderim olur biter, gelmişim 2yedi yaşına, bu dakikadan sonra tv eleştirmeni olacak değilim ya kuzum lamia.

neyse, bu dizimizin bir sahnesinde mehmet ginger, genç avukat kızımızı evden almaya gelir, kız bu sırada ütü yapmaktadır. tamam geliyorum'a benzer bir laf eder, tam kapıdan çıkacak gibi olur. dikkatli izleyicilerimizden benim yanımda olanı " ee, ütü.." der, işte tam bu sırada, genç avukat kızımız geri döner ve ütünün fişini sade bir hareketle çeker, akabinde de kapıyı kapatıp giderler.

bu sahne bütün yazarların aldığı hazin bir intikam gibi geldi bana. hatta yanımdaki dikkatli izleyici ile bayağı bir eğlendim, pek güldüm ve ona dedim ki; " mandalin olsa da yesek", öyle demedim tabii, dedim ki: " herhalde bunu yazan adam, bunu izleyen 2 milyon kadına aynı tepkiyi verdirip şimdi bu sahneyi izlerken sigara içiyordur keyiften". ciddi anlamda gerçekçi ve yaratıcı bir senaryosal dokunuş olduğunu da ekleyelim tam olsun.

peki yazar adamın amacı, birçoğumuzu şaşkınlıktan garbın afakında yenik düşürmek midir, benim hazin intikam diye nitelendirdiğim nedir?

beş-altı sene önce hep astronot'lu hikayeler yazardım, bu o günün sözlüğü ile şu demek; olaylar gelişir, değişink kahramanlar vardır normal hayatta göremeyeceğiniz, hayatta böyle bir kahraman göremezsiniz yani, sonra olaylar biraz daha gelişir ve bir kinder sürpriz olur, hikaye biter. yalnız lamia sonradan anladık ki bu pek çocukca bir uğraş, bu hikayelerin bir sonu var ve bir yerden sonra artistik patinajdan öte birşeye benzemiyor.

yani şaşkınlıktan tavşan yapmak asıl amaç olamaz. hazin intikam, onca insanın salak yerine koymaya can attığı ve belki de sadece o sahneye değil, bütün senaryosuna bok atmasına ramak kaldığı yazarın usta bir çalımla, o sahneyi daha önceden görebilmesidir. evlerde böyle şeyler olur, birileri birşey unutup geri döner, bu da onlardan biridir yalnızca ve yazar asisti iyi değerlendirmiştir.

peki bu durumda orhan pamuk nedir, ronaldinho mu?

normalde bir kitabı okurken yazarın on cümlesinden yalnızca birinde benim farketmediğim birşeyi gördüğünü anlayınca o kitap iyidir diye değerlendiriyorum. geçen gün bitirdiğim pamuk'un istanbul'u ise hala aklımı kurcalamakta. mevzu pamuk'un oldukça basit paragraflarda sıraladığı farketmeleri değil, onlar da kurtarır ama mevzu o değil. on cümlesinin yedisinde o anın içine girip debelenen, kendince bir sonuca varan, insanı dürten birisiyle bu ilk karşılaşmam. şimdi ise merak ettiğim, kendi hayatını anlatırken zaten yaşadığı tüm bu detayları çatır çatır anlatan kendisinin kurmaca bir düzen içerisinde de o gerçekliği ne kadar verip veremediği, hatta daha ileri bir tabirle, her yazarın kendisini yazdığını düşünürsek, o kendisinden çıkıp kahramanlarını ne kadar yarattığı ve o boşlukta az önce bahsi geçen debelenmeleri ne kadar yapabildiği. en seçkin kitapçılarda kısa zaman sonra karşılacağız pamuk efendi, o vakte kadar saygı duyuyoruz şahsınıza.

20080104

kelime

Sen bana bir kelime söyle, söyle ne olsun; yazımız birşey hakkında olmak zorunda değil, sen bir kelime söyle, yeter ki söyle; bulut ve dediğin gibi ben hiç beyaz kelimesini kullanmıyorum, sen şimdi bunu farkettin ve bulut. Bulut olur, bulut beyaz bir kelime, bulut nereden baksan başka birşeye benzer, bulut geçer gider çünkü, durmaz meselelerin üzerinde, ve sen bu yazı nereye varacak diye beyaz sayfaya bakıyorsun. Sen bulut dedin diye yazmak zorunda değilim, biliyorum, beyaz dedin diye kar da yağıyor bu şehre, ve sen pencereden şimdi yağıyor mu diye bakıyorsun, yağmıyor, gitmiş, bulut..

Başka bir kelime söyle, bu sefer gitmeyeninden olsun, yanımda oturuyorsun, saçların birkaç santim ötemde, gözlerini dikmişsin tavana, ve bana birşey soruyorsun; masalları seviyorsun sen, bir hikayenin sonu var diyorum sana, aynı hikayenin masal kahramanları oluyoruz bir anda, saçların birkaç santim ötemde ve seni ufacık öpüyorum.

Kelime mi diye soruyorsun, giriş gelişme sonuç, yani ihtiyacımız olan bir tane daha kelime, öncekilerle alakalı mı olsun diye soruyorsun, olsun mu, aklından kaldırım geçiyor, oysa kaldırım geçmez böyle cinaslı kafiyelerde, sen o kaldırımda oturmuş ikimiz adına kocaman laflar ediyorsun, bir yerlerinde kırıldı kırılacak ufak bir kız, kaldırım büyükannemlerin mahallesini getiriyor aklından aklıma, çekirdek yenilen şilteli akşam muhabbetleri, komşunun kızı olsan belki farketmezdim seni, sırf bu yüzden onca vakit bekleyip başka bir kaldırımdan hayatıma giriyorsun, yüzünde neden olduğunu anlamadığım kırılgan bir ifade, ufak bir kız çocuğu gibi, saçların birkaç santim ötemde, bana bakıyorsun.

Sen bana bir kelime söyle, ya da sen dur, iki kelime; seni seviyorum..

20080101

200yedibuçuktansekiz

her sene giderek gereksizleşen bir geri sayım akabinde, geleceği pek de süpriz olmayan 200sekiz umarım hepinize lo lo lo yapar, sizi gidi fındıkkıranlar, binlerce dansöz var diyorum. aldığım birkaç içten teprik mesajının dışında bir önceki cümleden daha manalı bir kutlama öbeği de bilemiyorum zaten, bahsi geçen içten teprik mesajlarından birini de ilkokul örtmenim yolladı, bahtiyarım.

bu akşam beş dakikalığına da olsa "bir hayalim var" isimli harikulade yarışma programını izledim, birkaç yazıda okuduğum bu vakayı kendi gözlerimle görüp kendimden geçtim. sedasayar'ın dediği gibi bu yarışmanın amacı acı çekmiş insanların şarkı söylemesi, karga sesli olmalarının bir önemi yok. bir nevi "benim acılarım seninkileri döver", "senin annen öldü ama benim hem annem hem babam hem de halam öldü" yarışması. konuklar ağlıyor, sunucular ağlıyor, yarışmacılar fenalık geçiriyor, pek güzel. bu memlekette yaşanmaz mirim, bu memleketi adam edecek g.t de bizde yok, ancak böyle giydirerek rahatlıyorum hepsi bu.

pek sevdiğimiz bir arkadaşım da amerikayandaki okul macerasını yarıda bırakıp geri döndü. böyle insanlar var, gidiyorlar, tutunamıyorlar. hiçbir yere ait olmayı tam anlamıyla beceremeyecek şekilde talim edilmiş bünyem anlamıyor tabii. tutunamamak bir eksiklik ya da ayıp diye düşünmüyorum ama bu durumun ismi bu. köfte ekmek yemeyi özledim, fener maçını kankalarla izlemeyi özledim diyor adam, kendi içerisinde tutarlı, hayatta hepimizin bir önceliği var, kimileri kariyer, kimileri arkadaşlar, kimileri için boğazda bir yürüyüş. bir de bu istanbul, garip bir yaratık, evlatlarını çağırıyor bir zaman sonra, ben bunu farkettim.

2007 senesinin en'lerini de yazayım, olsun bitsin. aşağıdaki ödüller tamamen benim ve değerli iç komitemin oylarıyla on dakika içinde belirlenmiştir.

en iyi şarkı: blonde redhead - dress
en iyi grup: Tegan and Sara (gözlerinizden öpüyorum)
en iyi albüm: amy winehouse - back to black
en iyi oyuncu: al pacino, ver pacino (her rolüyle iki defa kazandı)
en iyi kitap: saatleri ayarlama enstitüsü
en iyi senaryo: stranger than fiction
en iyi film: 300 & match point
en yaratıcı hamle: annem - evde itiraz ettiğim dekore işinin güper olması
en güzel vakit: tatildeyken sabah beş
en büyük asker: çağlarım, öpüyorum
en iyi giriş yapan: missilence --> to my life
en iyi golcü: bobo
en iyi blogger: http://amaaman.blogspot.com/
en hayvan: missilence'in apartmanının altında yaşayan ve her sabah havlayan uyuz hayvan
en iyi sokak lambası: bizim sokakta bizi görünce sönen (kişisel torpil)
en vahim vaka: kışın havanın açık olması, karı yağmuru geçtim
en büyük değişiklik: arabam, artık jaguar oldu, rahatladım
en hayırlı gelişme: missilence'in yaptırdığı mali devrim, artık batmıyorum..
en teknolojik şey: artık durarak çalışmaya başlayan kahırtop'um
en güzel şehir: kalbim Roma'da kaldı

bu liste uzar gider, esen kalın..