20071231

psy

Kendime yeni bir template yapma girişimim birkaç denemeden sonra yine hüsran ile sonuçlandı. Yaşlandıkça elektronik aletleri söküp takamaz, menülerini anlayamaz, bu html denilen fani dünyanın içinden çıkamaz olduğumu bir kere daha farkederek vazgeçiyorum. Zaten hala ziyaret eden müzmin okuyucularım aldırış etmeyecektir.

Bu hafta bana en çok koyan olay ise gazetede woody allen’in son filmi “cassandra’s dream” ilanının tepesine “match point filminin yönetmeninden” yazılması oldu. Woody Allen ismini aşağılarda bir yerde ara ki bulasın. Aslında bu memleketimizin saftorok halinden ziyade Woody amcanın amerikanya’da bile kendisine pek bir yer bulamamış olmasından kaynaklanmakta, okuduğum köşe yazısı der ki “Ama Avrupa, özellikle Fransa dışında koşa koşa gidenlerin sayısı pek fazla değildi zaten.” . Hal böyle olunca halkımıza yeni filmini eski filminden hareketle tanıtmak daha bir gişe yapıcı, Woody amcayı bu halde görmek ise üzücü, insanların iki bombalı aksiyona delirmelerine kelimemiz yok.

Bazen arabada birisini beklerken gözüm sıradan bir sokak manzarasına takılı kalıyor, ağacın altından geçen şapkalı amcanın elindeki ekmeğe bakıyorum, yol soran bir aileye işaret parmağını kullanarak itinayla karşıdaki binayı gösteren genci görüyorum, yaşlı bir kadın kendisini ezmeyeceğimden emin olmak için yüzüme bakıp önümden geçiyor.

Günler de böyle geçiyor, bir yılın sonuna daha geliyoruz, manalı olsun diye etrafı süslüyoruz ışıklarla, 10-9-8 yedi, hayırlısı olsun herşeyin.

Bir de kar yağsa, topluyor topluyor da yağmıyor, yağsa rahatlayacağız..

20071229

amcalar v1

En karizmatik bulduğum işlerden birisi yemekli ve düzgün mekanlardaki şef garsonlardır. Yaşları otuzun üzerinde olan bu abiler genelde siparişleri alır, sonra köşede bir yerde dururlar. Masanın üzerinde dolmuş kültablasını genç yetenek değiştirsin diye işaret ederler, gelen yemeklerin doğru kişiye ulaşması için yönlendirme yapar, sürekli müşterilere ismi ile hitap ederek başka bir arzuları olup olmadığını sorarlar. Genç yetenek garsonlar onların ağızlarının içine bakar ve hata yapmamak için etrafta fır dönerler. Kim bilir kaç senedir çalıştığı o restorantın farkedilmeyen bel kemiğidir bu abiler, yüzlerindeki o herşeyi bilen ifade ile sizi kapıdan uğurlarlar gecenin sonunda.

O herşeyi bilen ifade semtin esnaf amcalarının da yüzünde durur. Yıllardır yerde yatan puzzle’mizi götürdüğümüz çerçeveci amca gibi, daha derdimizi anlatmaya çalışırken ne istediğini sana söyler sonrasında da bak ama bunu böyle yapsak daha iyi olur der. Onca çerçevenin arasında kendisine ait eskimiş tek bir resmi asmıştır duvarına ama sebebini soramazsın. Arada sana çırak gelelim en güzeli dediğimizde gelin vallahi, ne güzel olur diye yanıtlar amca. Çay bile söyler bize istesek, istemeden çıkarız dükkandan.

20071221

g

annem "bu çekirgeli, arılı filmleri seviyorum ben" diye bir açıklamada bulundu. bana yazmak düşer. çok güldüm..

20071220

f- uzak

Bazen bu şehir bana times new roman gibi eski gelir, sokaklarında ufak tefek işleri halletmek için dolaşırken yabancılaştığımı farkeder, o kendimi biraz daha geride bırakabilmek için adımlarımı hızlandırırım. Berberin ortaokulu terk etmiş çırağı bunu bilir, tüm o yoksunluğun içinde yüzünde kocaman adamlara has bir ifade ile işini yapar, traş ettiği adamın aklından geçenleri sessizce okur, canını daha fazla acıtmamak için jileti eline çok da yakışmayan bir ustalıkla yüzümde gezindirir, “oldu mu abi” diye sorar, evet ya da hayır demem bütün dünyanın gidişini değiştirecek diye korkarım.

Gözüm rafların üzerinde duran eski bir müzik setine takılır, duvara monte edilmiş küçük televizyonun kırılmış yanını görürüm. Çok önceden alındığı kenarlarındaki tozdan belli olan çerçeveye bakarım, berber nehir resimlerini bu kadar çok sevdiğinden mi yoksa böyle şeylerin satıldığı dükkanda başka asacak birşey bulamadığından mı burada durur, onu düşünürüm. Berber neden burada durur, babası birgün çırak gibi onu da kolundan tutup getirdiği için diye bir hikaye yazarım aklımdan, sırasını bekleyen esnaf tuttuğu takımla alakalı takılır berbere o sırada, gülerler, onlar güldüğü için ben de gülümserim yabancı olduğum belli olmasın diye, onlar yenildiği için yenik sayılmam o saatte, ne de elimdeki zaferlerden onlara vermek zorunda kalırım ve elimdeki zaferler, bu şehre böyle uzak olduğu için değil, kendimi onlarla avuttuğumu farkettiğimden bana yalanmış gibi gelir. İçlerinden biriymişim gibi mutlu olmak isterim biraz yukarıdan bakarak, o yukarıdan kendimin bu haline kızarım, kızarım ama elimden birşey gelmez. Biraz yukarısında durduğum şeyler bana yine gülümseyerek iyi günler der, bu kez aradığı şefkati bulmuş kimselerin gülümseyişiyle iyi günler derim.

Bu şehirde hep birşeyler eksikmiş gibi gelir, ne olduğunu anlatacak kelimeler bulayınca kendimi suçlarım, benim dışındakilerin farketmediğini ümit ederim dışında kalarak, dışında kalmak işime geldiği için kaçarım, kaçarım, kaçamam. Birkaç sene önce yapıldığı halde sıvaları dökülmüş binanın, yanımdan geçerken elindeki sigarayı dertli bir şekilde içine çeken adamın, kendimi bildim bileli yorulmadan gidip gelen arabaları vapurun gözlerine aynı şeyi görebilirim diye çekinerek bakarım, çekinirim çünkü o aynı şeyi paylaşmak belki de hiç olmayan o eksikliği var etmek gibi gelir, belki de ortaya çıkmasın diye gizli anlaşmalar yapmıştır bu şehrin sakinleri, belki yalnızca balık tutanlar bunu biliyordur da onlar herkesten saklar. Dedim ya ben bir yabancıyım, uzağından baktığım hayatları rahatsız etmek istemem, bir sır vermek gerekirse, hiç balık tutmamış olmam bu yüzdendir diye kendimi kandırırım.

Sonra kahvehanenin birine girerim, çocukluğumda içinde neler olduğunu hep merak ettiğim bu yerde, büyümüş olmanın ve üstünden onca geçen yılın silüeti yanıma oturur. Yaşlı amcalar hikayeler anlatsın da dinleyeyim isterim ama nafile, birileri gelip ne aradığını sorsun isterim yabancıya, hikayelerdeki gibi, kahramanın anlatacak birşeyi olsun sonra, hiç kimselere anlatamadığı şeyleri bu yaşlı amcalara söylesin derim içimden. En azından dördüncü aranan bir oyuna dahil olmak isterim, “genç sen oynar mısın?”, oynarım, bu bir oyunsa ve yanında çay bile veriyorsanız siz, oynarım. Mahallede rastladığım işinde gücünde insanların neden evinde değil de burada olduklarını merak ederim, ağır sigara dumanı üstüme siner diye korkmadan. Anlarım ki ne yaşlı amcalar anlatır hikayelerini, ne yabancıların anlatamadıkları hikayeleri var, aslında herkes kendisine saklar en iyi hikayelerini. Çaylar içilir, televizyona bakılır, birşey olmamış gibi davranır herkes, sıradan bir gün basitçe öldürülsün diye toplanılmıştır buraya, adi bir cinayetten öteye gitmez aklımızdan geçenler.

Çırak “oldu mu abi” diye sorar, evet derim.

Oysa kimse böyle olsun istemezdi, çırak bilir, yabancı bilir, ben bilirim.

20071218

f

iki mevsim arasındaki en kısa mesafedeyim, dün sonbahardaydım bugün kışa geldim, insanoğlu kış misali..

oysa sıcacık evinden çıkmayanlar ya da bayramda giyecek yepyeni kıyafetleri olanlar, hatta ayakkabılarını uyumadan önce başucuna koyanlar içindir mutluluk. dinleyecek güzel birkaç şarkı bulanlar içindir, uzun zamandır görmediği birini görenler içindir, arabalı vapurun üst katındaki bekleme salonunda çay içenler için, yolun üzerine düşecekmiş gibi duran ağaç içindir, kalanlar içindir, denizi olan şehirler içindir.

20071210

f

Bir vakitler kaçıp gitme hayalleri kurardık; buralardan, kalabalıktan, bu insanlardan, böyle işlerden, bu şehirden.

Bir gitme isteği ki sorma gitsin. Sorma çünkü aklı evvel hayatımın duvarına şık duruyor diye asılmış belli ki, belki de biraz edebi. Nelerden yorulurdum o zamanlar ve nelerden arkama bakmadan kaçacaktım bilmiyorum. Ciddi de değildim zaten, ciddi olan adam kazılacak tünellerini düşünür çünkü, biz günü kahramanca kurtarmanın hesabındaydık, şimdi anlıyorum.

Hep böyle mi olur acaba? Geçmiş geçtiğinden mi kolay gözükür, kafana taktığın şeylere gülüp geçeceğini öğrenemez mi insan ya da öğrenmek mi istemez macera olsun diye.. hep gülüp eğlensen sıkıcı olur diye mi dertler icat ederiz sıfır kilometre, canımızı acıtmak canımız olduğunu hatırlamak için mi gereklidir, her insan biraz mazoşist midir hatta bu yüzden mi aşk cazip gelir günümüz dünyasında, acaba?

Oysa şimdi aynaya baktığım zaman farkediyorum ki gözlerim biraz daha yaşlı bakıyor, çocuklar daha bir çocuk gözüküyor o gözlerime, hatırladığım bazı şeylerin takvimine on sene önce diye ekliyorum, hepi topu 3 onluk yıl edecek nefes almam, olsun, belki gizliden hoşuma gidiyordur, yaşlı kurt olacağım ama çok daha iyi bir insan diyen aynı ben değil miyim emeklilik hayallerimde.

Bu iş yani eduardo, kendini kandırma meselesi. missilence’in dediği gibi herşey için bir bahanem var benim, iyi kötü her yaptığımın arkasında akıllıca yerleştirilmiş nedenler. Bir vakitler kaçmak duruyormuş o arkada, bazen eften püften dertler, birgün gelir gençliğim diye yazılar yazarım, ah şimdiki aklım olsaydı derim, yapabilirim. Vaktinde dediğim gibi; insan en güzel yalanları kendine söyler.

20071204

f

Benim erken uyumam lazım bu gece, bana bir masal anlat, bana kötü şeyler söyleme, bırak içinde biraz yalan olsun, biliyorum öyle bir prenses değilsin sen, olsun, bana güzel bir masal anlat, içinden dağlar aksın, içinde nehirden cümleler, içinde marul kafalı bir cunsen, çocukluğumun hiç görmediğim sarısı, yeşili, başka bir mevsim, kocaman bir sene olmuş o takvimde, o saatte, o sende..

20071203

f

medyamızın içinde bulunduğu duruma bakınca içimde bir yerler sızlıyor, mızlıyor.

en çok satan gazetemizin Posta olduğu gerçeği beni benden alıyor mesela, gerçi bu durum milliyet lehine değişti galiba son zamanlarda. neyse, posta isimli gazeteyi bilenler zaten anlayacaktır facianın boyutunu, uyduruk ama memleketimizin bam teline basacak, basmak ne kelime teli koparacak şekilde seçilmiş haberler, 3. sayfasında en güzellerinden facialar, arkada bikinili kız resimleri, tam bir kompozisyon. okumak için değil de bulunsun şöyle bir bakalım gazetesi. aslında daha elim olan şey, bir tabloid olarak nitelendirebileceğimiz ve bu haliyle hoş karşılayabileceğimiz postanın bu yapısının metamorfoz geçirerek Hürriyet abisinde tecelli etmesi. çok defa hakikaten birşeyler okumak adına ve inatla bu insanlar bu gazeteyi neden bu kadar ciddiye alır diyerek elime aldığım bu gazetenin sayfalarını on dakikada hızlıca geçiveririm, çoğu zaman spor haberlerine bakmak için arkadan başlarım. birkaç köşe yazarını okumak için ciddi çaba gösterdim, olmadı. (Oktay Ekşi'yi bu sınıftan muaf tutarım) Cumhuriyet okumayı da denedim, bana her seferinde çatık kaşlarıyla konuşan aksi bir adam gibi geldi, sürekli bir kızma hali beni kızdırdı belki. Zaman mesela entrasan gelmiştir hep, arada sırada çeşit olsun diye aldığımda bir sol gazetede okumayamayacağım yorumlar görmüşümdür, dizgisi de fevkalededir. Milliyet arada kalmış diye düşünürüm, sonra doğan medya grubunun segmantasyon yaparak o arada kalmış kimselere bu gazeteyi çıkardığını farkederim, ne cumhuriyet gibi sert ne de hürriyet kadar genel. ne okuyup seviyorum derseniz, tahmin etmek de çok zor değil, Radikal tabii ki. zaten bu memlekette biraz entel geçinen herkes radikal okur, cnbce izler, budur maalesef.

konuya fazla bir yanlı baktığımın farkındayım, herkes radikal okuyacak ya da her gazete radikal gibi olacak gibisinden bir dünyayı arzulamıyorum ama o herkesin içinde cidden şu memleket için iki gram kafa patlatması gereken benim etrafımdakileri hürriyet resimli mecmuasında kaybedivermeyi de pek hazmedemiyorum. kahvehanelerdeki kimseler postanın bulmacalarından farklı birşeyle ilgilensin istiyorum, uçakta bulunan 150 kişiden hepsi değil ama yarısı bir kitap okusun, elinde bir gazete tutsun diliyorum, iki saat boyunca uyumayan ama bir satır birşey okumadan boş gözlerle oturan o kadar çok insan gördüm ki.. dikkat ederseniz at değil, belediye otobüsü değil, en okumuş kimselerin bindiği uçaktan bahsediyorum.

bütün gezegende günde dört saat ortalama televizyon izleme süresiyle biz çılgın Türkler ilk sırada geliyormuşuz, kendimizi tebrik ederim. yüzde kaçımız bilinçli bir televizyon izleyicisi, en azından ben değilim, televizyon kapandığı zaman yatağa gidileceği saplantısını hala kafamdan atamadım maalesef, hiçbirşey izlemesem bile o çocukluktan gelen "ses yapsın" mantığı hala geçerli. hadi beni geçelim, sabah yayınlanan kadın programlarının hala delisiyim. geçen gün yine bir semra hanım faciasına şahit oldum. bu nasıl bir mantıktır, bu kadın ayan beyan çocuğunu öldürdü ama şimdi de inatla kızı için televizyona çıkıyor ve insanlar bu garip kadının hayatını merak edip saatlerce izliyor, nasıl bir eğitimsizlik, nasıl bir cehalettir bu. gelin ile kaynanaların kavgaları ve yıllar sonra buluşan kayıp kimselerin dramları bu kadar mı çekici gelir insanlara, bu insanların hayatları bu kadar mı boş ve macerasızdır, ne kadar yazıktır bir farkeden çıkmaz mı, o farkeden bu memlekette eğitimin ciddi bir kısmının bu ekranlardan geçtiğini görüp birşeyler yapmaz mı, reyting paraları uğruna yapmamak daha mı kolaydır, bilemiyorum.

BBG ve yetenek yarışmalarının o hezeyanlı dönemini atlattık, en azından buna sevinebilirim.