20070228

f*c

Normal şartlar altında hayat dediğin teksir kağıdı günler, acıklı bir televizyon dizisi, iki laf sohbet, birkaç dilim ekmek, iyi düşünülmemiş yalanlar, öylesine okunmuş bir kitap, sönsün diye yakılan sigara, ışıkları kapatırsın sonra, tatlı rüyalar..

90’a vurulmuş topların karşısı hipotenüs, normal şartlar altında, birbirine komşu mısralarda oturuyoruz biz, hiç balık tutmadım ben mesela, senin cebinde zengin kafiyeler, ve ilk harflerini birleştirince yazamadıklarımızın, hangi gaza sorarsan söyler ama sen uçan bir balondakine sor, yirmiikinoktadört litreyiz, tamı tamına..

Su dediğin iki oksijen bir hidrojen, muavin sorar birazdan, isteriz. Yanımızdan geçen arabaların bize göre hızını bulmak için, normal şartlar altında, ağır bir trafik kazası geçirmemiz lazım ve sen kulağıma bir fen kitabının en olmadık formülünü söyleyiverirsin, tüm sınavlarımızdan kalırız, ne farkeder?

İnce kenarlı merceklerden o karanlıktaki yıldızlara bakarız, f/2’sinde durmak gerekir böyle şeylerin, normal şartlar altında. Sana söylemiştim, bırak dağınık kalsın diye, şimdi topladığın bu yerde, herşey yerli yerinde, çekmeceler mutlu, gardrop gülümser, eşyalar düzgünce katlanmış bir valizin içinde, alışkın değilim, buz eriyince taşmayan bardağa bakar gibi, şaşırıyorum, iyi ki beni dinlememişsin.

Giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret herşey, normal şartlar altında, girişte paltomuzu bırakırız vestiyere, gelişmede başka bir ülkeden bildirir muhabirler, sonuçta ne kaybedeceğiz?

Normal şartlar altında, sana bunu günde on defa söylemem gerekir. sahi bugün sana söylemedim sanırım. Sonra düşündüm de, gerekir mi?

20070226

pazar

"1967 yılının soğuk bir ocak gününde, hatta birazdan kararacak havanın saat 4 sularında, esrarengiz bir adam olarak kaldırımda yürümedim, siyah bir paltom yoktu, evde beni bekleyen birileri yoktu, bir sevgilim, karım, çocuğum yoktu. Bir sigara yakmadım, sigarayı bırakalı iki sene olmuştu çünkü, yeniden başlayacağını bilmek ne kötü. "

böyle birşey yazdım ama devamı yok. bu günlerde bir sürü düşüncem var ama devamı yok. onu bunu ve şunu yapmak isteyip istemekten öteye gidemiyorum. basiretsiz bir zaman dilimi içindeyim anlaşılan. zaten zaman benden daha hızlı gitmeye başladı. hala şubat başındayız zannediyorum, mart mesela sanki birkaç ay sonrası gibi uzak geliyor.

stardaki popstar türevi şeye bakınca üzüldüm yahu. cidden bir ülkenin halkına ancak bu kalitesiz malzemeler seyrettirilip eziyet edilebilir. bunlar kalksın bütün gün belgesel izleyelim demiyorum tabii ki ama yine de en azından iki lafı düzgün şekilde konuşabilen, konuşmak itiraz etmek için değil de birşey bildiğinden konuşan birileri olsun. hadi bunu geçtim, pazar keyfi denilen hayal dünyasını bir fakir neden izler onu hiç anlamış değilim, yahu sanane, adam reina laila takılıyor, sanane. ama işte hep aynı şey, bu bok püsür ilk çıktığı zaman masumdu, ilk popstarda hepimiz anaa diye izledik şimdi suyu çıktı, magazinler de öyle.

televizyona yan gözle bakılarak yazılmış blogdan kimseye hayır gelmez missilence, burdan da bunu anlayalım bu gece. 1967'li şeye sonra devam ederiz, helecan verici birşey olacak o, thriller, michael jackson gibi birşey.

20070223

f

mesela çok kalabalık bir yerde aniden sessizlik olması nasıl entrasan birşeydir değil mi esmeray? herkes neye sustuğunu farketmeden susar, sonra o sessizlik farkedilir ama herkes aynı anda farkeder akabinde de eski hale geri dönülür. bazen de bunu farkeden dangalak bir arkadaş aaaa ne garip değil mi der, öperiz biz de onu.

işim gereği çok seyahat etmenin bokunu çıkartıyorum. geçen hafta bu saatler stockholm kentinde iken şu an bunları kayseride abuk bir otel lobisinden yazmak ne garip birşey selami, isn't it? iki şehir arasında iki kaşı iki gözü iki kolu bacağı olan insanların bu kadar farklı yaşamaları, binalar, konuşmalar ne de different.

bir mağazaya girince yapmacık olduğunu bilsek de birisinin güleryüzlü bir şekilde hoşgeldiniz demesi sizin de hoşunuza gitmiyor mu? mesela o arkadaşlara hadi oradan kandırıkçı demiyorum üstelik muhakkak merhaba diye ekliyorum. tabii o mağazalarda peşinize takılan satış görevlilerine olan itici kuvvetim de hala sabit, yahu bakıyorum ben işte, birşey arıyor olsam bulamasam zaten sana söylerim, itfaiyeyi aramam değil mi?

20070222

truth

al gore amcanın an inconvenient truth isimli filmini izlerken 20. dakikadan itibaren diyorsunuz ki geçmiş olsun, budur yani, we are all fucked up..

doğrusunu söylemek gerekirse hayatımın hiçbir evresinde greenpeace'e -aferin adamlarda ne cesaret var- demekten öte bir çevre çılgınlığım olmadı. tabii ki bir fabrikanın yanından geçerken dumanları görünce içimde bir yerler cız etti ama kendimi giriş kapısına zincirlemedim. lakin filmi izledikten sonra olayın artık boyut değiştirdiğini net anlıyorsunuz.

son on senede tabiatın üzerinde yaptığımız değişiklikler o kadar radikal ve yok edici ki ilkokul 3 öğrencisine bak bu sıcaklık grafiğine deseniz ne yaptınız burda diye soru sorar. aslında bizim gibi fakir ülkeler pek de birşey yapmamış. amerika denilen hala çok dişi kalmış canavar her türlü skalada şov yapmış: arabalar, fabrikalar.. kyoto anlaşmasını imzalamamış olmaları ise mahallenin kabadayısına yakışacak bir hareket tabii ki.

nedense on sene sonrasını düşününce beni amerikadan daha fazla korkutan çin ise kömür ocaklarıyla ucuz enerji üreteceğim derken işin suyunu çıkarmış, devasa büyüyen son 5 senedeki ekonomilerini de düşünürseniz daha iyi anlıyorsunuz durumun vehametini.

neyse ki umut verici hiç birşey yok da değil, mesela ben bundan artık geri dönüş olmaz diye korkmuştum. halbuki eğer dikkat edersek herşey eskisi kadar olmasa bile daha iyi olabiliyor. şimdi şu bahar günleri geçirdiğimiz şubat, farketmeden hepimizi yusuf mode on hale getirirken herhalde dana olsa biryerden sonra tepkisiz kalamayacaktır. gerçi bir dananın neler yaptığını ve o danadan korkan diğerlerinin de tüylerini okşamak için sıraya girdiğini düşününce, neyse iyi düşünelim, iyi olsun..

herhalde ilk defa böyle kişisel olmayan birşey için bu kadar çok korkuyorum. give me back snowy dark sundays..

20070219

f

otelin lobisinde oturuyoruz.

bir tane kadın var, orta yaşlarında, iyi giyimli, çantası belli ki pahalı, zengin belli ki, çok parası var, mutlu mu mutsuz mu bilemiyorum. sonra bu kadın elini kaldırıp nazikçe garson bayanı çağırıyor.

birkaç saniye yan yana geliyorlar, ne istedi zengin bayan bilemiyorum, belki çay, belki şarap, birşeyler söylüyor ama.

o birkaç saniye, hemen hemen aynı yaşlardaki iki kadın, iki ayrı hayat aynı havadan nefes alıyor, aynı dilden konuşuyorlar, ikisinin de gözleri var, ikisinin de duyguları, bu böyle uzar gider.

garson kadın üstündeki üniforma ile zengin kadından siparişi alıyor anladığım. az buçuk maaşıyla geçinmeye çalışıyor diye düşünüyorum, çocuğuna bakıyor, taksitlerini düzenli ödemeye çalışıyor, yılbaşında tavuk yemek güzel birşeydir herhalde onun için sanıyorum. zor ve yorucu, ama kime göre, neye göre?

hem belki o zengin kadına özeniyordur, içinden "pis sürtük" diye geçiriyordur. o da çok para verip bir gece giyeceği kıyafetler almak istiyordur belki. mutlu mu mutsuz mu bilemiyorum.

fakat tüm bu hikayede geçen şey aslında sandığınız gibi para değil, o da birşey tabii ki, hayatlarımızı salak bir şekilde az buçuk belirleyen birşey.

oysa zengin kadın eşinin kendisini sarışın bir bayanla aldattığını öğrenmiş olabilir o gün saat üç sularında ve garson bayan eve gidince kendisine nazik cümlelerle ne kadar çok sevildiği söylenmese bile çok sevdiği bir kocası olabilir.

oysa zengin kadın küçük oğlunun kolej giriş sınavındaki başarısı ile harika bir gün geçirirken garson bayan evdeki televizyonun bozulması ile eve gelecek tamircinin parasını düşünüyor da olabilir.

oysa hiç aklınıza gelmedi ama belki ikisi de çok mutludurlar ya da çok üzgün, siz parada takılı kaldınız çünkü.

oysa hayat garip, adaletsiz ama sonu hakeden kahramana artı bir yazacak kadar merhametli. nerede olduğunuz, ne yaptığınız, ünvanınız şövalye ya da değil, ne kazandığınız, ne harcadığınız önemsiz ayrıntılar. bu yazı da fakir edebiyatı değil, birazcık bunu anlatabilmek için.

mutlu musunuz?

s

değerli okurlar, sevgili annecim, ananelerin en güzeli,

çok ihmal ettim sizi çok, uzun vakit oldu yazmamışım, isveçin başkenti olan güzide şehir stockholm'de elim klavyeye gitti geldi ama yine de yazamadım. mağduruz hep birlikte.

stockholm pek süper bir yer imiş. uçaktan iniyoruz, kaptan pilot şoförle ben dedik ki aaa hocam bak bu memlekette kar var, oh dedik demek ki heryerde global ısınma yok, rahat rahat iliklerimize kadar üşüyebileceğiz burda. sonra tur rehberimiz dedi ki gençler normalde burası -10 derece daha düşük. o vakit anladık ki bu iş bize kaçacak günün birinde ve beşiktaş çarşısının dediği gibi " hepimiz ozon tabakasıyız "

tabi as a businessboy, pek böyle bir dolaşma etme fırsatımız olmadı. ama isveçliler şaşıracaksınız fakat acayip keyifli ve sıcak insanlar çıktılar. sizinle konuşmaya başlayan herkes gülümsüyor, birşeylere aceleleri yok, saygılılar. alışveriş edilecek yerleri saat 6da kapanıyor, oha dedim, hiç açmayın. insanlar ise gayet stylish, mesela vuku mudur ki ben dönüp vay amcaya bak ne güzel giyinmiş diyeyim, stockholmde oldu, missilence deyişiyle " vaallaaaa". ayrıca bayan arkadaşlar için ciddi good design şeyler var adını ülkemizde görmediğimiz tükkanlarda.

gelelim merak edilen, erkek okuyucular tarafından maillerde sorulan soruya, isveçli kızlar.. vallahi bu konuda kafam karışık, ben heryerde bir manken göreceğim diye bekliyordum işin açıkcası, o kadar değilmiş, hakikaten güzel kimseler var ama bir müddet sonra insan sarı kafaya da alışıyor demek ki. ayrıca yanıma gelip "hi, do you know orhan pamuk?" ve esmersen güzelsen diyen de çıkmadı, o efsane "kara saçlıysan prim yaparsın isveçte"devirleri geçmiş.

velhasılı ülkemize geri döndük. baharda daha güzel olur o şehir onu da ekleyeyim, ben de sonra daha uzuuuun yazarım.

20070213

f

kafanı dinlemek diye bir tabir vardır ya sanırım bugünlerde etrafımdaki herkesin ona ihtiyacı var. herkesin ama istisna olmadan. hepimiz çok yorulduk, belki de gelmeyen kış yüzünden, herkeste bir isteksizlik, hiç sevmediğim bir kelime ikilisi "yaşama sevinci" sankim o gitmiş, bizler de peşinden yuvarlanıp gidiyoruz.

sabah 8 akşam 5 insanlarız yavrum biz. ne olacaktı ki; kuş kondurmuyoruz, maaşımız her ayın birinde yatıyor kuzu kuzu, çalışıyoruz, mail atıyoruz önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa. fiş bile dolduruyoruz emekli kimseler gibi. takım elbiseler giyip evcilik oynuyoruz aslında. önemli kararlar alıyoruz, çok önemli, duysan vaoow dersin bu kararı silenzio mu aldı, vaoow, havalı yani.

biz öğrenciyken haftada 4 defa dışarı çıkardık, 8 defa içeri girerdik, yurdun önünde çekirdek yer, banklarda güvenlik ebeleyen kadar bira içerdik. şimdi her akşam önünden geçtiğim o güzel yurdumun toprakları nasıl yabancı. ulan diyorum senin 2 senen ve bir kıymetli aşkın geçmedi mi o koridorlardan, nasıl olur, nasıl aklına bile gelmez. gelmiyor işte, insan oğlu kuş misali, bugün buradasın perşembe öğlen stockholm. başka bir boşlukta yeniden görüşmek üzere bütün vefasız hatıralarım beni affedip esen kalın.

piç ediyoruz hayatı, ağzımıza yüzümüze bulaştırıyoruz, yaşamak bu mu be, ne ki yaşamak, yaşıyor muyuz jonathan, bi dürtsene beni, bi silkeleyip kendime geldiğim durakta seslensene minibüsçü abiye. olmaz, olmamalı, bir müddet daha yolumuzu kaybetmeliyiz, bulunca basıp gidebilelim diye, böyle olmalı, olur.

bi arkadaşım dedi ki bir ayı daha yarıladık. biz de dedik ki avanslar yatacak, oh. yok dedi, temmuz tatiline az kaldı. anladın sen anladın durumu ya da jonathan bi daha anlatsın.

velhasıl bu sorunun cevabı: 2,5'tan 3

20070211

f

birşeyler yazacaktım ama aşağıdaki post çok güzel oldu bence, onu bok etmeyeceğim, yazmıyorum o yüzden, yazdıklarımı da siliyorum zaten, bu onuncu denemem.

14 şubat nedir ya, burak kut gibi birşey herhalde..

20070210

f

14 şubat:

  • bu kadar özel birşeyi genele vuran gerizekalılar
  • hediye al tuzağına düşen zibidiler
  • daha fazla nasıl satarım hesabı yapan mağazalar
  • bu durumu fırsata çevirmek için aşk böceği oluveren karaktersiz markalar
  • kalpli yastık üstünde seni seviyorum yazılı hediye almayı seven hoşaf kızlar
  • aşkım, bitanem, canım, tatlım dışında birşey bilmeyen yavşak erkek modelleri

içindir.

20070207

f

Bir insanın hayatı boyunca kurtulamayacak etiketi olması ne kötü değil mi? Geçenlerde haberde vardı, çocukluğumuzun afacan sezercik’i büyümüş, kirli sakallı bir adam olmuş, üstüne üstelik polisi peşinde sürüklemiş sonrasında da çatışmaya girmişler. Yahu bu mümkün mü, ekrana bakıyorsun abuk yüzlü bir adam ama değil işte, sezercik o, yapsa yapsa top oynarken öğretmenler odasının camını kırmıştır, alla alla ya..

Öğretmenler odası kutsal bir yerdir oysa, önünden geçerken bi çekinirsin, ciddi adımlarla birileri girer çıkar oraya, sonra çaycı girer çıkar, çalışkan öğrenciler birşey istemek için girerler, nöbetçi öğrenciler birşey alıp vermek için çıkarlar, ziyaretçiler girer, bazen veliler, kitap satan amcalar girer de sen öyle elini kolunu sallayıp giremezsin.

Sınıfına doğru gidersin, birilerine sataşırsın, kızların tokalarını çekersin, kalemini yere atarsın, ne salak bir durumdur bazen çocuk olmak, sonram birilerine aşık olsun, aaa bak unuttum, üst sınıftan kızlar gelir severdi beni küçükken, çok şirinmiştim, bi daha da olmadı öyle birşey. Neyse sınıf başkanı olmak da çok karizmatiktir, gürültü yapanları yazarsın, silersin kendi elemanlarını.Bi de onur kurulu vardı, sınıftan inekim diye beni seçmişti örtmen de diğerleri tepki göstermişti, anlamamıştım ben başta, neden deyince onur kurulu ispiyoncudur demişlerdi, bi bok da olmadı tabi, şerefimle görevimi yerine getirdim.

İstiklal marşı ve andımız vardı, onları unutmamak lazım. Pazartesi okunandan nefret eder, cumaları da dağılmak için toplanırdık, hey gidi günler. Kızın biri bayılmıştı güneşte beklerken, ilk defa bayılan birini görünce bi şaşırıyor insan, ayıldı ama sonra. Bayılmak ve ayılmak aynı kökten türemiş, onu da şimdi farkettim.

Siyah önlükten maviye geçildiğinde minnacık birşeydim ben. Sigara da içmezdim o vakit. küfür bile etmezdim, hala da etmem gerçi.

ulan sezercik yapılır mı bu bize be...

20070206

f

Mermaids isimli filmde danny de vito Cher’e sorar, kavga etmektedirler.

- peki sen sıkılınca ne yapıyorsun, nasıl uğraşıyorsun dertlerinle?

Cher’in yüzünde hala gözümün önünde duran bir ifade, biraz aldırmaz, biraz kederli ama çaktırmayan, biraz çocuk, biraz akıllı.. üç saniye düşünüp cevap verir.

- taşınıyorum.

taşınsak mı?

20070204

f

Her sabah uyanıyorum, her sabah. Daha hiç uyanmadığım hiç birgün olmadı.

( yatağın kenarındaki komidinde sigara aradığım sabah durup düşüneceğim. Yatağın üzerine oturup bu hayatın bok gibi olduğunu düşüneceğim. Kızgın olacağım, sana çok kızgın olacağım. Geçecek ama, merak etme)

Sonra çoraplarımı arıyorum, ilk yaptığım şey bu. Yerde duran siyah şeylere bakıyorum, kirlidir bunlar diyerek almıyorum. Çıplak ayaklarla banyoya kadar yürüyorum. Ayağım biraz üşür gibi oluyor, aldırmıyorum.

( Siyah şeylere bakıyorum, hala. Onca kimseden sonra hala Siyah birisini arıyorum kimlik kontrollerinde, garip. Oysa belli ki bir denklemin sonsuza gider deyip çözümsüz kalacak yerindeyiz, belli değil aslında, gitsin mi, bilmiyorum. Hangi köşebaşında karşıma çıkacaksın diye bekleyen hala benim, senin ispatını yapan benim kara tahtaya, aldırmıyorum)

Aynadaki halimle gözgöze geliyoruz. Tereddütlüyüz ikimiz de, her sabah. Uykusunu alamamış çocuklar için okul çantası ne demekse ödevimizi o kadar yapmamışız. Diş macunun kapağını açık buluyorum, ortasından sıkılmış, sıkılmışız. Traş oluyorum akabinde, daha hiç bir yerimi kesmedim, bu sabahın da öyle olması canımı kurtarmak için değil, bunu yazabilmek içindi aslında, belli etmiyorum.

( gecenin bir saati çıkıp yürümek isteyişim bu yüzden, bu mutlumsu yüzle her sabah karşılaşıyorum ben. Sıkıldım, kaç defa söyledim kendime kendini sıkma diye, ödevimizi iyi yapamadım. Sonra sen gelip bir yerimi kesmeye çalışıyorsun, ki sana söylemiştim olmaz diye, canım çok tatlı olduğundan değil, bunu yapmaya çalıştığın için sana izin vermiyorum. Şimdi oyun da sensin, oyuncu da sensin, ben hikayeme geri dönüyorum)

4 kapılı gardropun önünde salak bir ifade ile duruyorum. Giyeceklerini akşamdan hazırlayan kızların tedbirli halleri geliyor aklıma, her sabah 08.12’de. ütülü gömleklerimden birini seçiyorum önce, ütüsünün bozulacağını söylemiyorum kulağına, üstüne büyük ünlü uyumunu bozmayan bir kazak, çekim eki bir pantalon. Dünden kalma giysileri topluyorum bazen, bazen de bırak dağınık kalsın, böyle daha güzel diyorum.

( gömlek giymenin hep çok ciddi birşey olduğunu düşünürdüm yaşım bundan eksi 7 iken, şaka yapılmaz, gülünmez zannediyordum. Lakin iki z’nin yanyana geldiği yerde artık biliyorum ki önemli olan gömlek değil, ütü. Ne kadar düzgün duruyorsun şu hayatta, neyi istiyorsun daha fazla, ne için neyi feda edebilirsin, kırış kırış olduğunda geri gelebilir misin kendine, kaç saatini alır, kaç gününü? )

Çantamı, anahtarlarımı, cüzdanımı, sigaramı salondaki masanın üzerinden alıyorum. Anahtar ve telefon sol cebe, sigara ve çakmak sağa, cüzdan arkada, birşey kaybetmemek için güzel bir alışkanlık. Ayakkabılarımı giydim, askıdan aldım paltomu. Boy aynasında boyumun ölçüsüne bir bakıyorum. Atkım bir de, son olarak onu taktım, biraz zahmetli.

( if you give me pain, sure i give you more; birşey kaybetmemek için güzel bir alışkanlık.. )

Kapıyı kapatıp gidiyorum.

(gidiyorum)

20070203

f

fransız kanallarında da bu cepten sms ile sevgili bulun tarzı reklamları görünce hatta türlü fransız şehirlerinin plakaları ekranda belirip bundan şehre göre karı kız arama opsiyonu da var sonucunu çıkarınca dedim ki oh be türkler olarak yalnız değiliz, orada da zor durumda arkadaşlar varmış.

mesela benim chattingwalking'deki nickim theHandsomeandmore, bana sms atmak için 0543 9987663'ten 3456'yı kodlamanız gerekiyor, almanyadan daha ucuz, 3 almancı kızla tanıştım bu yolla, siz de almanyaya gidin bence, ismail yk yakınımdır, yardımcı olur.

o değil de bu camera obscura nasıl bir gruptur, beni benden aldılar kendileri..

20070201

fdün

insanın yazdıklarının dinlediği müzikle alakası bu kadar mı çok olur gabriel, neşeli dinlersem komik; sakin şeylerde hüzünlü satırlar yazmaktayım. ibo dinlesem ne olacak yüce rabbim bilir ama o günleri bize göstermesin.

oysa öylesine bir bahar akşamında işten dönerken eve girmek istemez ya insan, bunu yaz bir kenara ya da copy paste et.

ışıktan nefret ettiğimi farkettim. bu önce evi karanlık bir hale sokunca daha sonra da ofiste ışıkların bir kısmını kapayınca oldu. sabahları gözüme girip beni uyandıran güneşe karşı duyduğum öfkeyi uçakta göz bandı takınca içinden bana gülen kimseleri de ekleyince, itiraf ediyorum, ben gecelerin adamıyım, başım beladan hiç kurtulmaz.

oysa iki dediğin matematiksel bir terimden öte birşey de olabilir kimi zaman; bir gülümsemenin, kaçak bir bakışın saklandığı yerin karşısında hipotenüs yer alır, sen dar açıya saklanırsın, mutlu. bunu da yaz..

dünyanın en güzel saati benim odamda diye övünürken beni uyutmayan ve yıllarca televizyondan geldiğini düşündüğüm çıtırtıların saniyeyi belli belirsiz geçiren o siyah şeye ait olduğunu anladığımda saklayamadığım hayret gibi, senden beklemezdim, böyle olmamalıydı dedim, olmuştu bile.

hani akşam olurken aileden biri perdeleri kapama vakti geldiğini düşünüp ışığı açtığında birden herşey değişiverir ya, oysa o vakit birşey anlatılıyorsa asla kesilmez; sıradan adımlarla perde kapanır, ışık açılır, hayat devam eder ama birşeyler değişir, susulmaz. paste it, dont copy.

şimdi beyaz bir sayfa aç, aynadan güzel bir ifade bul yüzüne, üstüne kısa kollu birşeyler giy, paste ettiğin şeyleri sil, kopyaladıkların ctrl+z, hayat bu, olur böyle şeyler. takma kafana.