Geçenlerde televizyonda Ara Güler’in eski istanbul resimlerinden oluşan bir sergi haberine rastladım. Spiker arkadaş sözü Ara’mca’ya verdiğinde birden dikkatimi yine televizyona vermek durumunda kaldım, çünkü Ara’mca bağırmaya köpürmeye başladı: “siz bu istanbul’a istanbul mu diyorsunuz? Siz ne gördünüz ki?”. Yalnız böyle yazdığıma bakmayın, adamcağız bayağı bir hiddetli bağırıyor: “ ne silüet kaldı, ne manzara, ne gün batımı, ne de o insanlar”
Haklı da, bu istanbul giderek garip bir hal alıyor. İlk geldiğimde beni ürküten ama sonrasında alıştığım bu kuru kalabalık oradan oraya savrulurken sağa sola binalar dikiyor, hayatının ciddi bir kısmını köprülerde, yollarda geçiriyor, çoğu denizi bile görmeden yamuk yumuk yerlerde yaşayarak geçip gidiveriyor. Otoyol kenarlarında piknik yapanlar ile en fakiri olsa bile 50 sene önce sahilde yürüyenleri nasıl kıyaslayabiliriz? Boğazı bekleyen yalıların birindeki yangını çindeymiş gibi izleyen o gençlerle reina’da sabaha kadar tepinen zirzopları hangi kefeye koysak ağır basar? Galata’da balık tutan bir adamın o sandallara bakarken şehrin bir yerinde duran o yokluk, o eksiklik, o bizim artık romanlardan okuduğumuz hüzün yerini çok da fazlasıyla ekmek parası yani bir kilo lüferle tekirin kaçtan gideceğine bırakmadı mı?
Ben bu şehir işlerinden anlamam, bu şehirler beni anlamadığından ve bu şehirleri pek çok kimse benden fazla sevdiğinden yanaşmam pek. Lakin Bebek benim bir yerimde olanca sadeliği ile durur. Yapacak işim olmadığında hatta çoğu haftasonu olduğunda, Bebek’e iner, kahvede birkaç çay içer, gazetemi okur, sonra parkta yürürüm, yanımda sevdiceğim ya da sevdiğim birileri varsa daha bir mutlu olurum. Belki tüm bunlar, yani Bebek’le benim aramdaki bu aşk tamamen benim iniveriyor olabilmem, pek de zahmete katlanmadan evimden azıcık mesafeyle gidebilmemle başlamıştır, bir müddet sonra şu yukarıdaki cümleleri yazabilecek kadar kendimi Bebek’in içinden hissedeceğimi bilmemin de payı vardır muhakkak.
Lakin bu Bebek giderek globalleşen dünyamızın küreselleşen bir markası olmak durumunda. Tiky tiky kızlarımızın mini mini etekleri ile geldikleri, saçları pek jöleli oğlanlarımızın valeye anahtarlarını uzattıkları, nişantaşı’ndaki her mekanın kopyasını açtıkları bir yer olmaya başladı. “aaa duydun mu house cafe bebeğe de açılmış” nidaları ile başlayan yeşil tri-stripes eşofmanlı kız konuşmalarının bittiği yer, artık o her sabah geçtiğim daracık yolun kenarındaki masalarda bitiyor.
Kendini bilmez bir şekilde, bu irenç insanlar ile başlayan cümleler kuracak değilim, yer yer zaman zaman bu insanlarla gayet birlikte eğlendiğim vuku bulmuştur. Bu insanların hayatlarının ne kadar boş olduğu, kaç gram akıllarının olduğu da çok su götütür ve gereksiz bir tartışmadır. Hiç girmeyelim.
Tüm bu olanların bana en büyük etkisi arabayla inecek delik bulamamak ve o arabayı park edecek yer için takla atmaktan ibarettir, bundan muzdarip miyim, oldukça. Yoksa ben hala, aynı yerlere gidiyor ve aynı yerlerde yürüyorum, kimsenin dur kardeşim ne yapıyorsun dediği de yok, e bu durumda çok ağlanıp sızlanacak bir durum da yok aslında.
Lakin tanıdığım birkaç abi, Bebek’in bu ellerinden kayıp giden masum haline üzülmekte ve ben de onlara katılmaktayım. Bir zamanların sessiz sedasız kızlara benzeyen Bebek’i, hani o hep yanaşmaya çalıştığınız ama cesaret edemediğiniz güzellik, herkes tarafından görünür ve sıradanlaşır olmaya başladı.
Saçlarını sarıya boyattı hatta.
4 yorum:
bizim kafenin sokagindan girince sagda ikinci apartman olan kitapci kapandi. onunde herzaman bi iki arabalik park yeri oluyo. bilginize.
Sadece Istanbul'da degil, neden eski yerler yok diye surekli sorunca, sanki caga uyamama sorunu varmis gibi oluyor bir de.
bu serzeniş daha çok "oralı olmaktan" doğan bir hal.
insan yeniyi istiyor, eskiyi arıyor. bu hep böyle.
çağa uyamama sorunu evet, bu çağ kötü şekerim.
üsküdarcano, artık yokuşa parkedip aşağıya yürüyorum, geremem kendimi :-)
skoer, maalesef bu konuda yeniyi istemiyorum pek ben..
Yorum Gönder