Trebuchet ile yazmaya başlamam hayatımda bazı şeylerin yolunda gitmediğini farketmediğimden değil.
Şu sigaralar ile olan ve üzerimde hiç üstemesem de şık duran sorunumu da seviyorum, vazgeçememek; geçip gitmeyi artık pek de beceremeyen vesikalıklarımın sağ alt köşesinde kimsesiz bir stüdyonun silik ismi. Caddenin bir köşesinde keşfedilmeyi bekleyen fotoğrafçıyım belki de, eğer resimlerinizde mutlu, mesut, bahtiyar gözükmek istiyorsanız bekliyorum. Vazgeçmelik iyi şarkılar da dinletirim siz kameraya gülümserken, Sondre Lerche diye bir adamı tavsiye ederim, isterseniz tabii, lakin eskisi kadar geç saatlere kalamıyorum, malum iş, güç, yorgunluk. Saat oniki gibi yatağa gidiyorum, beynimin büyük bir kısmı günlük gaile, rahmetli büyükannemin dediği gibi “bu dünyanın gailesi biter mi a oğlum”. Ne diyorduk; “dont spend all your time, it is only hit and run”
Kendimi eski istanbul’un eski bir sokağında buluyorum bazen. Oysa ben hiç gezmeyi sevmem bilmediğim yerlerde, elimden tutup götürülmezsem bir fotoğrafta farkederim oralarda olmak istediğimi, küçücük bir esnafın marketinde çırak oluvermek isterim de elimdeki bana ait poşetlerin içindekiler pek bir kıymetli gözükür. Ne yaparsanız yapın ama, o içinde yaşadığım mahalle, o içinde dönüp durduğum melodi, o tahta evlerden, o evlere çıkan dik taş merdivenlerden, orada yaşayan ve hiç ölmeyen yaşlı bir amcadan, o komşuluğa gelen teyzelerden, o teyzelerin yaramaz çocuklarından beni alamazsınız.
Üstüne bir de durmadan geçen bir zaman var. Günler birbiri ardına giderken, sahi bugün günlerden hangi çekim ekindeyiz, kendimden üç yaş küçüklere abiymişim gibi bakıyorum. Abiler bilir herşeyi, abiler bir sorun varsa çözerler, abiler sizden bir adım ötede sizinle birlikte yaşlanırlar sessizce de size söylemezler. Bense pek birşey bilmiyorum, bildiklerimi saklıyorum saksıların içine, sonra keyifli çiçekler yetiştiriyorum çaktıra çaktıra kendime. Bu halim, yani böyle kaçar gibi kaptırmış kendini bu mutluluk hikayesine, içten içe hüzünlü insanlara özeniyorum, onlar gibi boş gözlerle bakmak istiyorum etrafa, hiçbirşey umurumda olmasın istiyorum siz mutlu insanlara ait, gitmek istiyorum kimselere haber vermeden, hakkımda konuşulurken hali kötü galiba densin istiyorum. tanrım beni neden böyle yarattın, böyle ise neden ortalıkta bıraktın, aklıma neden yollar koyup yürümeyi sevdirmiyorsun bana.
Anlıyor musun, ben sade söylenmiş bir kahveyi masaya getiren orta yaşlı bir garsonun yüzündeki hafif memnuniyetsiz ifadeyi farketmek istiyorum, yalan dolansız konuşan ufak bir çocuğun geleceğini hayal etmek istiyorum onun yarım yamalak cümlelerinde, bir oğlanın bir kızla mutlu olmadığını iki keimesinden anlayıp hayatlarının kesişen köşelerine yalın bir ayrılık yazmak istiyorum, tek başına yanımdan geçen genç bir kızın aklındaki onca şeyi tahmin etmek istiyorum, aynada kendime baktığımda aynasız kendime çeki düzen verecek iki çift lafım olsun diyorum. Çok şey istemiyorum, çok şeyin az şeyin karesi olduğunu anlayacak kadar gördüm, çok şeyden sıkıldığımdan değil, çok şey içinde kendimi bulamamaktan korktuğumdan tüm bunlar.
Sonra kendimi 1960’ların bir anadolu kasabasında buluveriyorum, üstümdeki kalın parka ile karlara bata çıka evime gitmeye çalıştığım bir akşamüstünde evimdeki sobanın zar zor yandığını düşünüp üşüyorum, perdelerini çektiğim vakit bu evde okuduğum kitaptaki sevimli kıza aşık olduğumu farkediyorum, hava biraz daha kararırken ve herkes işinde gücündeyken, benim bütün işsizliğimin tadını çıkarıyorum.
Trebuchet ile yazmaya başlamam hayatımda bazı şeylerin yolunda gitmediğini farketmediğimden değil, kadınların saçlarını değiştirmesine benzer birşey istediğimden belki, bende olmadığından topu sürekli attığım aşk yanıbaşımda olduğundan artık, topu kendi kafama atıyorum, kafam biraz dağılsın istiyorum, ondan, şimdi anlıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder