Miss Brown o gün ingilizce kitabındaki görevine doğru gitmek için evinden çıktığında saat onu yirmi iki geçiyordu ve çocuklar daha kolay öğrenebilsin diye at twelve o’clock bir cümlede alışverişe gideceklerdi, Mr. Brown ile elele tutuşup. Oysa çocuklar, kendilerinden otuz sene fazla yaşamış olsa bile bazı talihsiz kimseler gibi “we” ne demek bilmiyorlardı, daha o chapter’a gelmemişlerdi ve aceleleri yoktu. Ağır manalara gelebiliyordu hayat bazen ve aşk en fazla yüklemden bir önce geldiğinde vurgulanabilirdi : seni seviyorum.
İşte tüm bunlar olurken Louis bir otelin en yabancı yerinde sağındaki komidinde duran telefonun sesiyle uyandı. Yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi, cüzdanını aldı, kapıyı kapattı, asansöre doğru yürüdü, sakin, biraz yüzü asık, iki günlük sakalı ve biraz yarım yamalak. Resepsiyondaki kadın, başka bir kadının kendisini lobide beklediğini söylemişti, az önce. İki sene yirmi iki gündür birbirini görmeyen, görmek istemeyecek kadar kaçmayı akıllarına koymuş bu iki insan, sigara içilmeyen bir salonda birazdan kısa bir konuşma yapacaklardı. Kırık bir merhaba.
Neyseki, köşedeki markette sıradan bir gün yaşanıyordu ve o sıradanlığın aksine Miguel bugün ne kadar çok gazete sattığını farketti. Kimi günler anlamsız bir şekilde daha fazla okumak istiyordu insanlar, üçüncü sayfadaki cinayet haberlerinde polisiye maceralar olacağını sandıklarından ya da farklı galibiyet almış bir takımın mutlu taraftarıydılar, siyah, beyaz, kırmızı, şampiyon kaybettiklerimiz. Miguel raftaki son sigarayı tam o marka sigarayı almak için gelmiş ve nikotin hanemize yazılsın ne olsa içeriz demeyecek bir genç kıza satmak için yavaş adımlarla kasaya doğru yürüdü.
Zensea “anne, su getirir misin diye” bağırdıktan sonra kaç gün daha böyle kalacağını hesaplamaya başladı, canı çok sıkılacaktı belli ki. sekiz yaşına birkaç gün önce üzerindeki sekiz tane mum olan bir pastaya üfleyerek basmıştı, bütün dersleri pekiyi idi ve veli toplantılarında şirin üstelik çalışkan bir kız çocuğuna sahip olan anne ile babası vardı. Herşey tam bu kadar yolunda ve sekiz yaşından gün almaya başlamışken, mahallenin haylaz oğlanlarının kızlar futbol oynayamaz sözü üzerine kaleci olarak oyuna girmişti, aksilik bu ya maçın daha dördüncü dakikasında küçücük ayağı taş direğe takıldı ve beyaz önlüklü amcanın dediğine göre bacağı bir müddet o ismini hatırlamadığı beyaz şeyin içinde kalacaktı, aksilik işte, oluyor böyle şeyler dedi annesi, bisküvi getirmiş komşularının nazik hareketine teşekkür ederken.
Bu dört kişinin zaman ve mekanları asla kesişmeyecek; zensea’nın babası fransızcadan yana olduğu için Miss Brown ile karşılaşmayacak, Louis o konuşmanın ardından biraz hava almak için yürüyecek lakin Miguel’in bakkalına uğramadan ve birkaç cümle fazlası ama sonuç değişmeyecek.
Güzel ölüleriz değil mi?
1 yorum:
en güzelimiz sensin.
Yorum Gönder