Yürüyoruz. Ben biraz önden gidiyorum. Her zaman olduğu gibi
etrafa bakıyorum, etraf benim bildiğim gibi, birkaç ay önce bacalarından duman
tüten evler şimdi üzerlerine vuran ama pek de ısıtmayan güneşin tadını
çıkartıyorlar. Ben evler üşür diye çok korkarım, insanlara bir şey olmaz, onlar
bir yolunu buluyorlar, kediler de saklanıyor bir yere ama evler öyle oracıkta
kalıyor, her taraf beyaz olunca bile öylece kalıyorlar. Güneşi görünce seviniyorum
işte bu yüzden, sanırım bu bugünlük ve uzun bir zamanlık tek mutluluğum olarak
kalacak. İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum. İçimde garip bir sıkıntı var.
Annemle babam arkamdan konuşarak geliyor. ‘Sen dedenin
evinin yolunu biliyorsun da bizi mi götürüyorsun?’ diye soruyor babam
gülümseyerek, sanki hiç gelmediğim bir yermiş gibi. Dönüp en tehdit edici
bakışımı atıyorum, böyle iğneleyici sözleri pek sevmem doğrusu. Bir şeyler
konuşuyorlar, iki kat üstte oturan komşu yeni bir araba almış, almış ama parayı
nereden bulmuş; gelecek ay maaş zor yetecekmiş, şu borcu nasıl ödeyeceklermiş;
bilmemkimin annesini hastaneye kaldırmışlar durup dururken ama kurtaramamışlar,
ölmüş kadıncağız. İşte böyle şeyler, bunların ne kadar önemi var hiç
anlamıyorum. Güneş iyiden iyiye kendisini gösteriyor, birazdan kaybolup gidecek
ve biz buna gece diyeceğiz, geceleri gündüzden daha fazla sevdiğimi işte o an
fark ediyorum.
Dedemlerin evi o üşüyen eski evlerden bir tanesi. İnsanın annesinin
de babasının da babasına dede demesi ne ilginç. Dedem bizim geldiğimizi görünce
verandadan doğruluyor. Elindeki sigarasını kül tablasına bırakıyor, dedeme
doktorlar sigarayı bırak demişler ama o ancak birkaç dakikalığına kenara
koyabiliyor. Bir gün doktorlar bana da sevdiğim bir şeyi bırak deseler dedem
gibi yapacağımı biliyorum ve kızan olursa ‘benim dedem de böyleydi’ diyeceğim
an aklımda yaşlı halimle birlikte dönüyor. Dedem, babam ve anneme hoş geldiniz
diyor, annen içeride kızım diyor anneme, bu biraz da sen de içeri geç istersen
demek oluyor sanırım, annem cevap vermeden içeri doğru gidiyor. Babam elindeki
balık dolu poşeti anneme uzatıyor, bunları da götürüver diyor, işte o vakit
balıkları alıp denize atmak aklımdan geçiyor, poşeti alırım ama denize kadar
tüm gücümle koşsam bile peşimden gelip yakalarlar, bunun çok doğru bir iş
olmayacağını bilerek vazgeçiyorum ama o içimdeki sıkıntı geçmiyor.
Dedem yerine oturmadan bana doğru yaklaşıyor, ağaca zorla
tutturulmuş gibi duran ve insana pek de güven vermeyen salıncağa doğru
kaçıyorum. ‘koca kız oldun, ne işin var senin salıncakta artık?’ diyor dedem. Onun
da yüzünde anlam veremediğim bir gülümseme duruyor, herkesin gülümsemelerini
bugün ben verdim demek ki diyorum, ziyanı yok. ‘nesi var bunun?’ diye babama
soruyor dedem, babamın ‘huysuz işte, nesi olacak’ cevabı bana o günlük bir
görünmezlik pelerini sağlıyor.
İçimdeki sıkıntı büyüyor. Uzaktan annemin elinde iki
bardakla masaya doğru yaklaştığını görüyorum, salıncakta bir ileri bir geri
giderken annem de bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Göz ucuyla bana bakıyor, pelerinimi
görmüş olacak ki bana bulaşmıyor. Bardağın içine biraz su koyuyor babam, bardak
hal değiştiriyor, sular beyaz oluyor birden. ‘balıkları ne zaman yapalım?’ diye
soruyor sonra, ‘e atarız birazdan’ diye yanıtlıyor annem, böyle naif ve kısa
cevaplı soruları çok sevdiğimi yıllar sonra anlıyorum.
Sonra herkes masanın etrafında toplanıyor; dedem bir sigara
daha yakıyor, annem bir şeyler anlatıyor, babaannem elindeki yeşil şeyleri
temizleye çalışıyor, dinliyormuş gibi yapıyor babam. Benim ailem bunlar diyorum
içimden, ne yapsam değiştiremeyeceğim kimseler. Ne kadar sevmem lazım acaba
diye düşünüyorum, ne kadarına gerçekten hakları var, ne kadarı bu dünyanın bir
parçası olmamı sağladıkları için. İşte yine hemen sonra aklıma o hastaneye
kaldırılan komşunun annesi geliyor, ‘kurtaramamışlar
ama, ölmüş kadıncağız’. Demek ki insanlar ölüyor ve bu o kadar iyi bir şey olmasa
gerek, o cümlenin sonundaki ‘ama’ ve annemin ne zaman birinden üzülerek ya da
acıyarak bahsetse zaman kullandığı –cağız.
Şimdi oturduğum salıncakta beni fark edecekler diye ödüm koparken hiç
görmediğim o kadıncağızı bir daha istesem de hiç göremeyeceğim küçük zihnimde
dolanıyor, bunları düşünmek için erken diyorum ama içimdeki sıkıntı gitmiyor.
Bizimkiler konuşmaya devam ediyor. Bir ara, gerçek bir
pelerin olsun diye sanırım, annem beni yanına çağırıyor, ‘şu hırkayı üstüne giy
kızım, üşüyeceksin’ diyor. Hava karardı kararacak. Kadıncağız aklımda duruyor. Beyaz
bardaklar ikinci kez doluyor, o kadıncağız öldü ise, bu insanlar da bir gün
ölecek diye düşünüyorum; bu insanlar bir gün ölünce onları ne ile hatırlayacaklar
onu bulmaya çalışıyorum. Dedem köşe başındaki bakkalını kapatalı neredeyse bir
sene oluyor, bir sene uzun zaman, onu biliyorum, dedemi eski bir bakkal amca
olarak mı hatırlayacaklar, bu kadar mı yani diye soruyorum kendime. Annem ile
babaannem sıradan kadıncağızlar. Babamın işi öyle ahım şahım bir şey olmasa
gerek, ahım şahım işi olan insanlar bir ay sonra maaş yeter mi diye sormazlar
herhalde, babamı ben hatırlarım ama başka kim nasıl hatırlayacak bulamıyorum. İçinde
olmaya hala alışmaya çalıştığım bu dünya böyle bir yer demek ki diye
düşünüyorum. Ufak bir yemin hazırlıyorum kendime, ben yemin etmeyi mahallede
oyun oynarken hep yalan söyleyen ama bu sefer doğru olduğuna önce kendisini
sonra diğerlerini inandırmaya çalışan altı yaşındaki bir çocuktan öğrendim. Kendi
kendime ufak bir yemin etsem, ben böyle yaşayıp gitmeyeceğim, bir şeyler var
yapacağım, bir yerler var gideceğim, bir insanlar var göreceğim ama böyle
olmayacağım desem bir faydası olur mu bilemiyorum.
İçinde olduğum bu dünya böyle bir yer demek ki, içimde olmasına
pek alışmadığım bu sıkıntının gitmeme nedeni de bu olsa gerek, onu fark
ediyorum.
Dedem diyor ki ‘hadi gel huysuz kızım, yemek hazır, ne
anlıyorsan orada salıncakta oturmaktan, hadi gel’
.
Gidip dedeme sarılıyorum, yüzüne bakıyorum, bıyıklarına,
kırışmış gözlerine, nedense hep giydiği yeleğine, yeleğinin cebinde duran kâğıt
parçalarına. ‘ne oldu sana’ diyor, ‘neden
böylesin sen bu akşam?’. Gözlerimi kaçırıyorum. ‘aaa ağlıyor bu ‘ diyor annem, ‘neden
ağladı ki bu çocuk’ diye soruyor babaannem, ‘ne oldu yavrum sana?’.
Dedeme biraz daha sıkı sarılıyorum.
Üç yaşındayım. İçinde neden olduğunu anlamadığım bir dünya,
içimde gitmeyen bir sıkıntı ve onun sahibi ölüp gitmiş bir kadıncağız var.
İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum.
3 yorum:
harika iyi şeyler yüreğine sağlık
geldim öyle bir- bakayım dedim yeni bir yazı var mı diye...
Lise yıllarımda çok takip ederdim, harika yazılar tekrar tekrar okurdum. Yeni bir şeyler yazdı mı acaba diye yıllar sonra aklıma düştü. Kim bilir ne yapıyorsunuz, tekrar içinizi dökmeniz dileğiyle:)
Yorum Gönder