silenzio

20131121

iyi şeyler

Yürüyoruz. Ben biraz önden gidiyorum. Her zaman olduğu gibi etrafa bakıyorum, etraf benim bildiğim gibi, birkaç ay önce bacalarından duman tüten evler şimdi üzerlerine vuran ama pek de ısıtmayan güneşin tadını çıkartıyorlar. Ben evler üşür diye çok korkarım, insanlara bir şey olmaz, onlar bir yolunu buluyorlar, kediler de saklanıyor bir yere ama evler öyle oracıkta kalıyor, her taraf beyaz olunca bile öylece kalıyorlar. Güneşi görünce seviniyorum işte bu yüzden, sanırım bu bugünlük ve uzun bir zamanlık tek mutluluğum olarak kalacak. İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum. İçimde garip bir sıkıntı var.

Annemle babam arkamdan konuşarak geliyor. ‘Sen dedenin evinin yolunu biliyorsun da bizi mi götürüyorsun?’ diye soruyor babam gülümseyerek, sanki hiç gelmediğim bir yermiş gibi. Dönüp en tehdit edici bakışımı atıyorum, böyle iğneleyici sözleri pek sevmem doğrusu. Bir şeyler konuşuyorlar, iki kat üstte oturan komşu yeni bir araba almış, almış ama parayı nereden bulmuş; gelecek ay maaş zor yetecekmiş, şu borcu nasıl ödeyeceklermiş; bilmemkimin annesini hastaneye kaldırmışlar durup dururken ama kurtaramamışlar, ölmüş kadıncağız. İşte böyle şeyler, bunların ne kadar önemi var hiç anlamıyorum. Güneş iyiden iyiye kendisini gösteriyor, birazdan kaybolup gidecek ve biz buna gece diyeceğiz, geceleri gündüzden daha fazla sevdiğimi işte o an fark ediyorum.

Dedemlerin evi o üşüyen eski evlerden bir tanesi. İnsanın annesinin de babasının da babasına dede demesi ne ilginç. Dedem bizim geldiğimizi görünce verandadan doğruluyor. Elindeki sigarasını kül tablasına bırakıyor, dedeme doktorlar sigarayı bırak demişler ama o ancak birkaç dakikalığına kenara koyabiliyor. Bir gün doktorlar bana da sevdiğim bir şeyi bırak deseler dedem gibi yapacağımı biliyorum ve kızan olursa ‘benim dedem de böyleydi’ diyeceğim an aklımda yaşlı halimle birlikte dönüyor. Dedem, babam ve anneme hoş geldiniz diyor, annen içeride kızım diyor anneme, bu biraz da sen de içeri geç istersen demek oluyor sanırım, annem cevap vermeden içeri doğru gidiyor. Babam elindeki balık dolu poşeti anneme uzatıyor, bunları da götürüver diyor, işte o vakit balıkları alıp denize atmak aklımdan geçiyor, poşeti alırım ama denize kadar tüm gücümle koşsam bile peşimden gelip yakalarlar, bunun çok doğru bir iş olmayacağını bilerek vazgeçiyorum ama o içimdeki sıkıntı geçmiyor.

Dedem yerine oturmadan bana doğru yaklaşıyor, ağaca zorla tutturulmuş gibi duran ve insana pek de güven vermeyen salıncağa doğru kaçıyorum. ‘koca kız oldun, ne işin var senin salıncakta artık?’ diyor dedem. Onun da yüzünde anlam veremediğim bir gülümseme duruyor, herkesin gülümsemelerini bugün ben verdim demek ki diyorum, ziyanı yok. ‘nesi var bunun?’ diye babama soruyor dedem, babamın ‘huysuz işte, nesi olacak’ cevabı bana o günlük bir görünmezlik pelerini sağlıyor.

İçimdeki sıkıntı büyüyor. Uzaktan annemin elinde iki bardakla masaya doğru yaklaştığını görüyorum, salıncakta bir ileri bir geri giderken annem de bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Göz ucuyla bana bakıyor, pelerinimi görmüş olacak ki bana bulaşmıyor. Bardağın içine biraz su koyuyor babam, bardak hal değiştiriyor, sular beyaz oluyor birden. ‘balıkları ne zaman yapalım?’ diye soruyor sonra, ‘e atarız birazdan’ diye yanıtlıyor annem, böyle naif ve kısa cevaplı soruları çok sevdiğimi yıllar sonra anlıyorum.

Sonra herkes masanın etrafında toplanıyor; dedem bir sigara daha yakıyor, annem bir şeyler anlatıyor, babaannem elindeki yeşil şeyleri temizleye çalışıyor, dinliyormuş gibi yapıyor babam. Benim ailem bunlar diyorum içimden, ne yapsam değiştiremeyeceğim kimseler. Ne kadar sevmem lazım acaba diye düşünüyorum, ne kadarına gerçekten hakları var, ne kadarı bu dünyanın bir parçası olmamı sağladıkları için. İşte yine hemen sonra aklıma o hastaneye kaldırılan komşunun annesi geliyor,  ‘kurtaramamışlar ama, ölmüş kadıncağız’. Demek ki insanlar ölüyor ve bu o kadar iyi bir şey olmasa gerek, o cümlenin sonundaki ‘ama’ ve annemin ne zaman birinden üzülerek ya da acıyarak bahsetse zaman kullandığı  –cağız. Şimdi oturduğum salıncakta beni fark edecekler diye ödüm koparken hiç görmediğim o kadıncağızı bir daha istesem de hiç göremeyeceğim küçük zihnimde dolanıyor, bunları düşünmek için erken diyorum ama içimdeki sıkıntı gitmiyor.

Bizimkiler konuşmaya devam ediyor. Bir ara, gerçek bir pelerin olsun diye sanırım, annem beni yanına çağırıyor, ‘şu hırkayı üstüne giy kızım, üşüyeceksin’ diyor. Hava karardı kararacak. Kadıncağız aklımda duruyor. Beyaz bardaklar ikinci kez doluyor, o kadıncağız öldü ise, bu insanlar da bir gün ölecek diye düşünüyorum; bu insanlar bir gün ölünce onları ne ile hatırlayacaklar onu bulmaya çalışıyorum. Dedem köşe başındaki bakkalını kapatalı neredeyse bir sene oluyor, bir sene uzun zaman, onu biliyorum, dedemi eski bir bakkal amca olarak mı hatırlayacaklar, bu kadar mı yani diye soruyorum kendime. Annem ile babaannem sıradan kadıncağızlar. Babamın işi öyle ahım şahım bir şey olmasa gerek, ahım şahım işi olan insanlar bir ay sonra maaş yeter mi diye sormazlar herhalde, babamı ben hatırlarım ama başka kim nasıl hatırlayacak bulamıyorum. İçinde olmaya hala alışmaya çalıştığım bu dünya böyle bir yer demek ki diye düşünüyorum. Ufak bir yemin hazırlıyorum kendime, ben yemin etmeyi mahallede oyun oynarken hep yalan söyleyen ama bu sefer doğru olduğuna önce kendisini sonra diğerlerini inandırmaya çalışan altı yaşındaki bir çocuktan öğrendim. Kendi kendime ufak bir yemin etsem, ben böyle yaşayıp gitmeyeceğim, bir şeyler var yapacağım, bir yerler var gideceğim, bir insanlar var göreceğim ama böyle olmayacağım desem bir faydası olur mu bilemiyorum.  

İçinde olduğum bu dünya böyle bir yer demek ki, içimde olmasına pek alışmadığım bu sıkıntının gitmeme nedeni de bu olsa gerek, onu fark ediyorum.

Dedem diyor ki ‘hadi gel huysuz kızım, yemek hazır, ne anlıyorsan orada salıncakta oturmaktan, hadi gel’
.  
Gidip dedeme sarılıyorum, yüzüne bakıyorum, bıyıklarına, kırışmış gözlerine, nedense hep giydiği yeleğine, yeleğinin cebinde duran kâğıt parçalarına. ‘ne oldu sana’ diyor,  ‘neden böylesin sen bu akşam?’. Gözlerimi kaçırıyorum. ‘aaa ağlıyor bu ‘ diyor annem, ‘neden ağladı ki bu çocuk’ diye soruyor babaannem, ‘ne oldu yavrum sana?’.

Dedeme biraz daha sıkı sarılıyorum.

Üç yaşındayım. İçinde neden olduğunu anlamadığım bir dünya, içimde gitmeyen bir sıkıntı ve onun sahibi ölüp gitmiş bir kadıncağız var.

İyi şeyler olmayacak öyle hissediyorum.

20131010

‘bana biraz şarap verir misin?’ diye arkadaki odadan bir ses duyuldu, Elif yerinden kalktı, usulca mutfağa doğru yürüdü. Mustafa, Elif’in gidişine baktı, sehpanın üzerindeki paketten sigara almak için uzandı, işte tam o sırada belli belirsiz iç çekti, bir şeylere üzülen insanların her şeyinden belli düşünceli hali yüzüne oturdu. Elif dolaptan çıkardığı şarabı bir bardağa koydu, İsmail şarabı hep su bardaklarında içmeyi severdi, Elif bunu iyi bilirdi ve böyle zamanlarda en iyisi İsmail ne derse onu yapmaktı. İsmail’in odasının kapısını açtı Elif, al dedi, teşekkür ederim dedi İsmail olanca kibarlığıyla, birkaç saniye Elif’e baktı, seni de yordum dedi, Elif bir şey demedi, Elif çok şey dedi, Elif gülümsedi bunu neden yaptığını bilmeden, Elif’in aklından onca güzel zaman geçti, Elif’in aklı karmaşık bir takvim oluverdi.
İsmail yazmaya başladı.

“ ne diyeceğimi bilemediğim tüm insanlara; bir gün öleceğini hiç düşünmemiş krallara, onların iyi kalpli kızları, nam-ı diğer güzel prenseslerine, keşke ben de öyle el bebek gül bebek büyüseydim, olmadı; her şeyin hep kötü yanını gören orta yaşlı teyzelere ki onlar bir gün söylenecek bir şey bulamazlarsa hazin sonumuz gelmiş olacak; Türkçe dersine matematik defterini getirmiş ve akşam evde her şeyi temize çekmek zorunda olan ilkokul üç çocuğunun, ilk kasetini alıp defalarca dinlediği gece, işte ben o gecede sonsuza kadar dönüp durabilirim; 1953’ün sonbaharından kalma bir fotoğrafın arka bir yerinde yürürken, istemeden o fotoğrafa girmiş amca, bir ölü olarak başka bir insanların salonunda öylece nasıl duruyorsa, ben senin hayatında öylece durabilirim; uykuları giderek kısalan insanların yaşlandıklarını böylece anlamaları gibi, sağ omzunda sebepsiz bir ağrı duyan kimseleri hep biriler terk eder, kimse bunu bilmez oysaki işte tüm bunlar senin yüzünden, senin, yüzünden, bu kelimeler yine sana yürümeye başladı, oysa daha, neyse.”

Ne yapacağız Elif diye sordu Mustafa bir soru işaretinin eksikliğini çekerek. Artık içeriden susmuş daktilonun sesleri geliyordu. Bilmiyorum dedi Elif, artık ben de bilmiyorum, sen de şarap içer misin? İçelim madem dedi Mustafa, kaç senedir tanıyordu İsmail’i, on yedi mi, öyle bir şeyler, bu adam dedi, bak düşündüm ortaokulda tanışmışız, o zaman da garipti, garipti yani, bazen bir hafta bir şey konuşmadan gelir yanında durur, bazen durmadan ufak tefek şeyleri anlatırdı, bir keresinde okuduğu bir kitapta bir kralı varmış kralı diyorum, zannedersin kendisi binaltıyüzlere geri dönmüş, kızı varmış, zalimmiş, on gün boyunca hiç bıkmadan bu adamın hikayesini anlattı, halkına ne yapmış, kimlerin topraklarını elinden almış zorla, aslında kraliçeyi sevmezmiş hiç ama sırf tacına laf gelir diye bir şey demezmiş falan filan, ne düşündüyse artık, sırayla hepimiz küfrettik o krala, on gün boyunca bir kralı dinledik, sonra dediğim gibi susardı zaten, o zaman da konuşmasını isterdik. Sen daha iyi bilirsin gerçi, kime ne söylüyorsam.

Kime ne söylüyordu? Ah bu Mustafa’nın bazen her şeyi unutan patavatsızlıkları.

Elif yine yerinden kalktı, uyumuştur, uyuyakalmıştır belki diye düşündü, düşünmek umut etmenin yarısıdır, İsmail böyle yazmıştı bir keresinde. Odanın kapısını araladı:
-                -     İyi misin İsmail ?
İsmail durdu bir müddet;
-                 -   İyiyim, düşünüyordum sadece, fazla bile düşündüm, ama ne yazacağımı düşünüyordum, başka şey değil, seni de yordum yine, sağol ama, bak şimdi ben bu daktilonun başında öyle mutluyum ki..

Öyle mutluydu ki. Öyle yazacaktı:

‘ bazen zamanın durduğunu hissediyorum, yelkovanla akrep arasında sıkışıp kalmış zaman nasıl böyle hareketsiz kalmaz zaten ona hayret ediyorum. Bazen dik bir yokuşun başına gelmiş, yavaş yavaş merdivenlerden yukarı çıkacak gücü toplamaya çalışan ihtiyarlar gibi hissediyorum, hissetmek de iyi bir şey anasını satayım, hani çıkamayacağımı da biliyorum, öylece duruyorum, öylece durmak, bir şeylerin kıyısında öylece durmak, mutluyum sanırım, birisi sorunca cevaplamak kolay değil, insan ne hissediyorsun diye sorulunca mutluyum demekten utanır mı? Ben utanıyorum. ‘

Elif biraz daha şarap ister misin diye sordu Mustafa’ya. Elif’in başka bir şişe daha açacağını marketteki çocuklar bile biliyordu da, böyle sorulunca, Mustafa sadece kafasını sallayarak evet diyebildi ve tüm cesaretini toplayarak bir soru daha sorabilirdi:
-            -   Dilara aradı mı Elif?
-            -  Aramadı.
-            -  Ne dedin sen ona?
-             - İsmail dışarıda dedim, Mustafa’nın evinde, gelip gör istersen dedim. Gelirsen ara dedim, aramadı.  

Şimdi biz insanoğlu adli vakalara suçlular ararız, her şeyin bir sebebi vardır, bir cinayet varsa katil her zaman vardır İsmail’in dediği gibi. İsmail işte bu şarap içen iki insan açıkça söylemese bile kendi katilini kendisi seçmişti. İsmail bir gün gelip Elif’e başka birisinin varlığından bahsettiğinde ve o bahsi geçen Dilara’yı cümle içinde, gözlerinin içinde, sesinin o çok da aşina olunmayan tınısı içinde saklayamadığı zaman, Dilara’yı kendi elleriyle teslim ettiğinde, onca İsmail’in intihar teşebbüsleri boşa çıkıvermiş, uzun zamandır aranan suçlu cezası neyse çekmek için kendi kendine teslim oluvermişti. Şimdi kimse Dilara’nın masum bir köylü olduğuna, kralın kendisine dertlerini anlattığı bir gece, sadece kral olduğunu anladığı için, belki de hayatında ilk defa bir kral görüp masum kız çocukları gibi dinlediği için bu hikayenin bir parçası olduğuna ihtimal dahi vermezdi. Çünkü kral o köylü kızın haberi bile olmadan onun peşinden gitmeye karar vermiş, olan kraliçeye olmuş, kral tüm açık sözlülüğü ve kendisine söylediği yalanlar ile birlikte bu lüzumsuz masala inanıvermişti. Dilara bilmeden ucundan dokunduğu garip bir şeyin içinde şimdi en iyi yardımcı kadın oyuncu gibi durmak zorundaydı. Elif’in bilmediği, İsmail dışarıda dediği zaman, Dilara’nın İsmail’in neyin içinde olduğunu bilmemesiydi. İçeriden daktilo sesi yeniden duyuldu:

‘ sana hezeyanlarımdan bahsetmek isterim, içimdeki o sesin bana ne yapmamı söylediği, benim de karşı koyamadığım ve bundan da anlamsız bir zevk aldığım zamanları söylemek isterim. Bunlar seni korkutabilir. Maalesef sana bunları anlatıyorum, anlatıyorum ki kendim de duyabileyim. Sana bunları beni sadece sen kurtabilirsin diye söylüyorum. Bu iş ne kadar ilgini çeker ondan da emin değilim. Seni benim kurtarıcım olabileceğin için mi seviyorum, seni seviyor muyum, ne kadar biliyorum ki seni, işte bunlar dönüyor kafamda, korkma, ben sekiz yaşından beri böyleyim. Senden de bir şey istemiyorum, dediğim gibi beni sadece sen kurtarabilirsin, ben böyle inanmak istiyorum, belki bir kurtuluşum olduğuna inanmak istiyorum, bilmezsin ama ben son derece bencilim. ‘

Uyuyakalmıştılar. Daha fazla dayanamamıştı Mustafa, Elif ise şaraplar. Bir yerde kalacaksan en iyisi uyuyakalmaktır diye yazmıştı İsmail. Elif gözünü açar açmaz içeri koştu, İsmail yerinde yoktu. Masanın üzerinde bir sürü kağıt kalmıştı, daktilonun sesleri. Geriye dönerken masanın üstüne kısa bir not buldu:

‘ hastaneye geri dönüyorum, bir taksi çağırıp giderim birazdan. Hala nasıl nazımı çekiyorsunuz anlamış değilim. Bir müddet ziyarete gelmezseniz bu hepimiz için en iyisi olur sanırım, deliliğin ucunda duran bir adamı normal sayılabilecek hayatına onca uğraşarak bir gece de olsa çıkardığınız için teşekkür ederim. Merak etmeyin, orada benim gibilerden çokça var, çoğu da iyi insanlar, muhtemeldir ki ben de arızalı olduğumdan geçinip gidiyoruz, belki bir gün aranıza başka şekilde dönerim ama ihtimaldir ki bu da pek mümkün değil, şu an hiç de önemli değil. Böyle sabaha kadar yazmak iyi oldu benim için, çocukken annem babam televizyon izlerken nasıl uyumayı seviyorsam siz içeride iken yazmayı da o kadar seviyormuşum meğerse. Elif, beni affet, beni bir değil, defalarca affet; Dilara dediğin mutsuz bir masalın olmayan kahramanı, bunu da bilmeni isterim, bu bildiğin bizim hikayemizde nokta, virgül; önemlidir ama, sana söylediğim onca şeyden sonra, o kızın masum olduğunu bilmen önemlidir; bu seni hala sevdiğim anlamına gelmez, işte bu da delilere bahşedilmiş açık sözlülük olsa gerek ama en azından bir kişiyi daha aklamak demektir, insanın düşünecek çok vakti olunca kendi katilini bile kendisi seçiyor, benim ki benim, sen elinden geleni yaptın ama kurtarmaya gücün yetmezdi zaten, bunu bil istedim. Bazen gerçekler benim bile hoşuma gitmiyor ki bilirsin ben deli gibiyim, ama gerçekleri bilmek iyidir, güzeldir, acıdır; bu o kadar acı da değil, delinin biri bir yalan uydurur bazen, işte ben o yalan- ne kadarı yalansa artık, seni o kadar acıtmasın istedim.’

Sonra Dilara aradı Elif’i öğleye doğru, dedi ki Elif’e, Elif’in bu hikayede kim olduğundan habersiz, geleyim bir yardımım dokunacaksa dedi, insanların olanca masumluğu. Yok dedi Elif, seni de rahatsız ettik kusura bakma, senden bahsetmişti İsmail, bir an panik yapıp aradım ama merak etme. İsmail dışarıda demiştin diye sordu Dilara, onu anlayamadım, dışarıda ne demek, beni uzun zamandır aramıyor, başına bir şey gelmedi umarım. Elif biraz düşündü, biraz daha düşündü, yok yok merak etme, her şey yolunda dedi.

‘Sonra içeriden daktilonun sesi gelmedi. ‘
Böyle yazdı İsmail.









20131001

öyle.

Seni unuttuğumu zannettin Eylül, haklısın. Uzun zaman sonra görüşmeyi bekleyen iki arkadaş gibiyiz, sen karşıma geldin, oturdun, bir çay söyledin, ilk cümleyi kurmak zor olur, bilirsin, aklıma iyi bir şey gelsin diye bekledim, bekledin, bir şey söylemedin, aklıma seni hayal kırıklığına uğratmayacak kadar kötü, iyi, güzel, çirkin bir şey gelsin diye bekledim, bekledim, sen bu hususta birkaç yaprak feda ettin, bir çay daha söyledin, ben sigara içiyormuş taklidi yaptım, bilirsin, en iyi sigaralar kibritle yanar dedim, içimden dedim, sen sessizliğimi duyabildiğin için konuşmaya başladık sonra, garsona çaktırmadık tabii, on dokuz yaşındaki garsonlara garip bir saygı duymak dışında işimiz olmaz bizim, sonra uzaktan sevdiğimiz bir şarkı duyuldu, bunu bilerek mi yapıyorlar yahu, biz seninle ne zaman üzerimize ince bir  hırka almadan otursak, soğuk kış günlerinde arka arkaya defalarca dinlediğimiz bir şarkı duyarız, öyle oldu, öyle olmasına da pek şaşırmadık doğrusu, sonra sen bana biraz oralardan bahsettin, oralar uzak ama güzel dedin, gelsen sen de seversin, en güzel vedalar sonunda ‘Allah kavuştursun’ diye bir yabancının eklediği cümle olanlar dedin, kalkıp gideceksin diye korktum, gitmedin, ben bir sigara daha yakıyormuş gibi yaptım, artık bir sürü şeyi böyle yapıyormuşum gibi yapıyorum dedim, anladın, öyle oluyor dedin, zaman geçtikçe öyle oluyor, zaman senin içinden ve içinde geçiyordu Eylül, o sırada şehirden içinde umutları olan insanları taşıyan yük gemileri geçiyordu, küçük şehirlerden kederli bir şekilde başını cama yaslamış aslında pek de bir şey düşünmeyen otobüsler, ah bu hayat dedin, ne çok şey yapıyor bize, alışkınız dedim, insan işte, insan her şeye alışıyor dedim, inanmadın pek, ben senin bir şeye inanmamış halini küçük kızların masum hallerinden daha çok severim, sol tarafımda bir ağrı var dedin, bazen tutuyor, bazen hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor, şaşırdım, bulutlar olmalı faili meçhulü diye içimden geçirdim, bulutlar yağmur taklidi yapıyor diye içimizde gizli bir korku, sen anlıyorsun ne zaman yağacağını ama ben bilmiyorum, şemsiye de taşıyamazsın sen dedin, ağır gelir sana böyle ciddi sorumluluklar, bildin, bana bildiğim çok şeyi sen öğrettin, saatine baktın, yani kuşlara, uzakta bir kırlangıç sürüsüne diktin gözlerini, başladığımız gibi sessizce ayrılmalıydık, çay bahçelerine en çok sonbahar yakışıyor dedin, gülümsedik, gitmen lazımdı, yoksa iyiydik, güzeldik, kötü, çirkin..

Sonra babam dedi ki; bu ağaç uzayınca gölge olacak burası, bilirsin annen hiç sevmezdi güneşi,

birbirimize baktık birkaç saniye, birkaç saniye, birkaç ömür.

20111115

devam

biz seninle yavaş yavaş yaşlanan sakin ve aynı şarkıyı tam yirmi üç defa üst üste dinleyebilen insanlarız sevgilim, sakince. yirmi üç asal ve asil bir sayı olduğundan bu tutumumuz, onu da not olarak düşelim. düşelim, düş, düşes.

ben senin anlatımı bozuk cümlelerinin elinden tutarım, bakınız yukarısı; sen beni koynunda saklarsın tüm kötülüklerden, bakınız yatağımız.

bakınız; hayat kısa cümleler.

biz hiç ölmeyelim, benim bir ölenim oldu, hiç iyi birşey değil bu. insanın ölmesi diğerlerine haksızlık.

yok, biz sonsuza kadar yaşayalım. nasıl yaşayalım?

iki genç sevgili gibi birbirini tanımaya çalışan, kimsenin ne sattığını anlamadığı, bu dükkanın kirasını nasıl ödenir denilen bir yerden alışveriş yapan malum insanlar gibi malum şeyler alalım kimselere çaktırmadan, üç yaşındaki bir kız çocuğu kuşlara yem atarken nasıl mutlu oluyorsa öyle mutlu, yabancı bir turist yabancı bir memlekette yabancı insanların fotoğraflarını çekerken nasıl umursamazsa öyle, orta halli alımlı bir kız kendine bakan erkekleri görünce birden güzelleşir ya, birazcık da onun gibi, okulu asmış, hadi asmamış ama dondurma yemek için eve geç gidecek iki ortaokul öğrencisinin annelerine söyledikleri yalan gibi sade (dondurma ama yalan), hadi içinde bir fazla iki geçsin paragrafımızın, iki yaşlı adamın telaşsız konuşmaları gibi sakince yaşalım.

yok, böylesi de pek sıradan, ölelim biz, bir an önce ölelim, korktun değil mi sevgilim?

balık tutan amcalardan birisi olup köprüye düşen yıldırım sonucu ikimiz ölelim, çöp toplayan teyzeye çarpan dikkatsiz bir araba ile vahim bir şekilde can verelim, her ölüm vahimdir sevgilim, az önce vapurdan bakan üç gençten az önce denize atlayan birisinin talihsiz intiharı olalım, çünkü biz yüksekten atlayamayız seninle, mutluymuş gibi yaparken mutsuzluktan çoktan ölmüş insanlardan olalım, ölelim.

ölümü yazmak bile zor, en iyisi biz yaşayalım sevgilim.

hadi yatağımıza gidelim.
devam.

20110909

eylül'f

Benim klavyemin f harfi bozuk. İçinden f geçen aşkları yazamam, yalnızlığın içinde f var, yazabilirim, içinden şehir geçen otobüslere binmeyeli çok oldu, ama size güzel bir şarkının nakaratını dinletebilirim, elimde kötü alışkanlıkların izi var, sigara içsem size bunu anlatabilirim. Eylül var, eylül her sene bir gün var, eylülün içinde f yok, olsa da idare edebilirim.

Size yalan söyleyebilirim. İçinde doğrular var.

Şimdi ben, gecenin bir vakti, eve doğru yürüyorum. İki yoldan gidebilirim eve, kestirmeyi bildiğim bir yol var. Biraz tenha. Evler var, evlerin kimisinin ışıkları yanıyor, gecenin bir vakti, ne yapar bu insanlar? Uyuyanlar rüyalarında ne görürler, onu düşünürüm, kocaman rüyalar.

Sonra yanımdan ışıkları yanan bir polis arabası geçer, kim bilir hangi katilin peşine düştüler? Yanımdan aklının başka bir yerden geçtiği belli olan kırküçlü yaşlarında bir amca geçer. Amca gülümsemez, amca elindeki poşette birşeyler taşır, amca düşünceli, amca işten evine dertlerini taşır, hayat gailesi, amca aybaşında yatacak maaşının yetmeyeceğini düşünür belki, ben öyle düşünsün isterim çünkü, küçük ve önemsiz şeyleri kafasına taksın isterim. Malum, dünya ölümlü.

Eve doğru yaklaşıyorum. Eylül. Üşüsen kimse inanmaz ama rüzgar var. Benim şehrimde hep bir rüzgar var. Yapraklar son konuşmalarını yapıyorlar ağaçlarla, ağaçlar konuşur da biz duyamayız kimi zamanlar.

İçimde garip bir sıkıntı var. Ama eylül, olur öyle, kimse yadırgamaz.

Yanımdan lise sona geçmiş bir öğrenci geçer, bu sene neler öğrenecek onu düşünür. İki birayla güzel olmuş kafasından on sene sonrasının hayali geçer. Bir işe girmiş, evlenmiş belki de, yok, o güzel kızla değil, o kadar da uzun boylu değil. Öyle olsa içinden f geçer.

Eve yaklaşırım, kestirmeden mi uzun yoldan mı gittim, ne önemi var? Bizim evin ışıkları hiç sönmez. Annem oturur balkonda, beni bekler. Benim annem çok güzel çay içer.

Yanımdan mahallenin bakkalı geçer. Tanırız birbirimizi ve birbirini tanıyan her uzak iki yabancı gibi gözlerimizle iyi geceler dileriz birbirimize. Tüm bakkallar bunu bilir eylülde.

Oysa şimdi, yeni bir sevgili edinmiş ve bunu bütün dünyayla paylaşmak için can atan genç bir kız olmak vardı. O genç adam ne çok severdi o genç kızı, eylülde. İçi içine sığamamak diye bir tabir vardı, tabir-i caizse o genç kız için, onun üçte biriyle yetinebilir insan, bunu farkedince yaşlandığımızı fark ediyorum eylül, haksızsam sen söyle.

Ev iyice görünür olur, annemin sigarası uzaktan kırmızı olur, söner, kırmızı olur, söner. Söner, söner, bir daha da yanmaz eylül, kötü değil mi? Böyle bitmesi bazı şeylerin, bazı şeyler ağır şeyler, bir ömür boyunca sağ cebinde taşıyacağın ve elini ne zaman cebine atsan yokluğunu anlayacağın şeyler, bir ömrün bitmesi ağır, bir dahası olmaması bazı şeylerin, ağır.

Bu yazının içinden içinde f olmayan anlamlı bir eylül geçer, annem geçer, gider.

Eylül, annemi alıp gider.

Ağır.


20110903

eylül

geldi.

ve ben yazacağım yine.

az

da

olsa.

sonra

20110305

f*log

I'm dancing.

şaka, evde oturuyorum, evde oturdukça, cuma akşamları ve virgülü daha fazla kullandıkça yaşlandığımı anlıyorum.

zaman çabuk ve kafiye olsun diye değil, öyle olduğundan abuk da geçiyor. pazar akşamlarını hatırlıyorum, akabinde haftaiçi bir akşamı, çoğunlukla perşembe, sonra yeniden pazar oluyor. pazarlar hayatımızın yeni başlangıçları. pazartesinin sendromu var ama pazarlara diyecek birşey yok. pazarlara kızamazsınız.

aklıma hala roman kahramanları gelmesi çok ilginç. uzun yıllar ikinci ligde top koşturmuş bir futbolcunun emekli olunca, ki otuzbeş yaşına tekabul eder, istanbul'a geldiğini, sonra birkaç uğursuz insanla tanışıp hayatına renk kattığını düşünüyorum, herkeslerden kaçan bir profesör, zengin bir adamın mutsuz karısı, yanlışlıkla birini öldürmüş ve yakalanmaktan korkan iki kişi. bunları düşünüp üzerine birşey koymadan uykuya dalıyorum.

günün birinde hiçbir şey yazamasam, kendi hayatımın hikayesini yazacağım, 'sıradan bir insanın hikayesi'.

şarkı diyor ki: I want the world to stop

bize want'ın böyle kullanabileceğini hazırlıkta ezberletmişlerdi. hazırlıkta bahsi geçen hayata çok iyi hazırlandığımız söylenemez. benim tek derdim, derslerimi on getirmekti, o vakitler on vardı, dokuz yetmezdi. sekizbuçuktan dokuz almayı da ben kendime pek yediremezdim. hırs küpüydüm, bal küpüne dönüştüm yıllar geçtikçe.

o değil de öldüğümüz zaman krallarla karşılaşacağız. düşünsene, kralsın padişahsın ölmüşsün. hiç senin ölünle benim gibi nacizane birininki bir olur mu? bana ne yaptın diye sorsa kem küm, bir kapıcıya sorsa adamcağız yaşamadım bile diyecek, ama öleceğiz, ne garip değil mi?

aşk değil, birilerini gerçekten sevebilmek önemli olan. yazmadığım sürece ben bunu anladım. sen de anladın mı?


20110119

f

tam on yedi defa şifremi girdim, hepsinde yanlış. gizli sorumu kendim bile kendime sormadığımdan oradan kurtarmanın da ihtimali yok. hotmail account'umun da şifresi kayıp, hadi diyelim ki google halime acıdı da oraya gönderdi, açıp bakamam yani. son bir deneme ile başardım, mutluyum.

bu iki ilahi mesaja işaret eder:

  1. o kadar uzun zamandır yazmıyorsun ki yazsan ne olur canım ciğerim der.
  2. artık senin ilgi alanların değişti, eşek kadar adam oldun, o romantik yanın öldü, kasma boşuna der.
2. şık doğrudur ama çıkmadık candan da ümit vardır. siz böyle yaz yaz dedikçe benim için mutludur, çaktırmam. şımarırım, çaktırmam. milyonların baskısı yoktur ama olsun, kıymetlisiniz, vay arkadaş, bu cümleleri de yazıyorum ya, devir değişti, çelik de değişti.

o kadar uzun zamandır o kadar çok çalışıyorum ki görseniz siz de bana hak verirdiniz. o yüzden notumdan düşmeyin.

sonra düşersiniz.

en güzel yazılarımla yakında sizlerle değilim ama birkaç kelam edebilirim.
sevdiğim sözle bitirelim, nefes aldıkça ümit vardır.

20101209

sayfa

boş sayfaya bakıyorum.
boş sayfaya bakıyorum.
boş sayfaya bakıyorum.

ilk defa yazacak bir ortaokulbeş öğrencisinin aklına gelmeyen ilk cümleyim. elimde çocukluğumdan kalma ve ne zaman düşünsem bana masalsı bir eskilikte, sanki başka birisinin hayatıymış gibi anlatılan bir hikaye. buna üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. ki o zamanlar, eğer birgün başkalarının görmediği ayrıntıları görmeyi unutursam, yani onlar gibi olursam hayat denilen şeyin çok bir manası kalmaz diye düşündüğümü hatırlıyorum. düşündüğümü hatırlıyorum, uzun yürüyüşlerde, otobüsün camına başımı dayadığımda, gece uyuyamayıp son bir sigara içmek için yataktan kalkıp soğuk yere bastığımda, kahramanlarım yeni bir şehre gelip eski dostlarını bulmaya çalıştığında, yani aklımın içinde, askerde nöbette üç saat ayakta beklerken, hep düşündüğümü hatırlıyorum.

bugünlerde, düşünmek büyük lüks sevgilim. bak şimdi, sen uyanınca sana göstermek için sabırsızlanamayacağım kadar boş satırlar yazıyorum, çünkü ben, boş sayfaya bakıyorum.

oysa hala, uçlarını kestiğim ve kimin ne niyetle bahçemize diktiğini bilmediğim palmiye, o kesilmiş uçlarını yerine koyunca şaşırıyorum, onbeş kere üst üste dinleyecek kadar bir şarkıyı sevdiğimde şaşırıyorum, bazı sabahlar yataktan kalkmak için acele edecek kadar güzel birşey olduğunda ne oluyor diye aynaya bakıyorum, gülümseyerek, kendimi fazla şımartmadan, böyle iyi şeyler hala oluyor diye şaşırıyorum.

lakin bunun bilinçli bir seçim olduğunu da üzülerek biliyorum. o çok düşündüğüm zamanlarda, hayatın bu kadarına değmeyeceğini kendi kendime söylediğimi iyi hatırlıyorum çünkü. şimdiki halime benzer insanlar gördüğümde ve onların da bir gün benim gibi öleceklerini hayal ettiğimde, bazen ciddi bir cenaze töreni, onlara özendiğim gözlerimin önüne geliyor. şimdi, özendiğim o boşlukta boş bir sayfayı, sana bu boşluğu anlatarak dolduruyorum.

bu sıkıntılı hal ve boş bir sayfa bana hiçbir zaman yazamayacağımı düşündüğüm romanımın ilk cümlesini söylüyor, sessizce. duymuyorum, duymak istemiyorum.

belki de, tüm o vakitlerde yeteri kadar acı çektiğimden daha fazlasını istemiyorumdur, acı çekmek ve o sessizlikler beni büyütmüştür belki. kulağında küpesi, uzun saçları ile bir anadolu kasabası rock barında, çevresinde onca şeye rağmen kendini kaybetmeden batari çalmaya devam eden amcalardan biri olamayacağımdandır belki yazdıklarım. arkadaşlarımın çocukları olduğunda, benim isyankar ve aralarına karışmayan sessiz bir adam olamayacağımdandır, akıntıya karşı kürek çekmek hiç bana göre değilmiş demişim anlaşılan, sessizce. akıntının beni götürdüğü yeri sevsem de, orada durmayı da özlemiyor değilim zaman zaman.

boş sayfaya bakıyorum ve anladıklarım bunlar, bunları sen bana anlat sonra diye buraya yazıyorum.

20101012

f*ç

Aklımın ucundan cümleler uçuşuyor da sana adam akıllı uslu ne yaptığını bilen virgülsüz herşeyin farkında bir şarkı yazamıyorum sevgilim.

Birbirimizi kandırmanın da çok manası yok, kabul edelim, böyle günlük güneşlik havalarda insanın aklı deniz kenarına gider, işten erken çıkar eski bir türk filmi izler evde, haylazlık yapmaya alışırsa bir insanın beyni, çekilecek acıları eskiciye eski bir radyo karşılığında verir, sonra deniz kenarına gider, bu kafayla yazılar ancak ciddi dertleri olan, daha ziyade 23 yaşındaki kız ve oğlanları etkiler, geri kalan sağlar biraz düşünüp aslında çocukluğumun ortabirindeki bir akşamüstüsünü özlediğimi kolayca fark eder, tanımadığım bir şehirde sokak arasında kendimi annemlerin biraz arkasında yürürken gördüğümü fark eder, o küçük çocuğun uyumadan önce şimdinin pi katı kadar fazla düşündüğünü not eder, birbirimizi kandırmanın bir manası yok, bunu böyle kabul edelim, ne kadar asık surat, ne kadar uykusuz gece, o kadar satır sevgilim, herşeyin bir karşılığı var, kabul edelim.

Hayat akıp gidiyor, biraz bundan bahsedelim, bırakalım boş konuşmayı. Hayat akıp gidiyor, sözü uzatmayalım sevgilim, bak eylül eylül diyorduk, geçti gitti başımızın üzerinden. Bir parça eylülün kırk yıl hatırı vardır hüzünlü memleketimde, bilirsin. Ben eylüle hep darılırım böyle aniden gittiğinde, bunu bilir ve üzerinde durmayız sevgilim. İkimizin arasındaki hukuk çok mahkeme eskitir, çok su götürür, çok iyi yalan söyler, çok insanın kalbini isteyerek kırmıştır, çoktan seçmeli bir c şıkkıdır, ismini duyduğun ama daha önce hiç tanışmadığın birisinin elini sıkmak, tanıştığımıza memnun oldum eylül.

20100915

f*-otobüs

ben eylülü severim. sorsan söyler eylül de beni sever. eylül söylemez, eylül yağıverir adamın üstüne, eylül bildiğimiz eylül hep, sarı yaprakların seri katili, geri dönüşlerin takvim yaprağı, hüzünlü isim tamlaması, hiç yaşlanmayan eylül. neyse, bunları yazmayacaktım,

çünkü şimdi ben, kalabalık bir semtten geçen belediye otobüsünün içinde, yanında oturan annesinin hayattaki biriciği, üzerinde pazardan alınmış bir tişörtle etrafa bakınan, tüm bu garip kalabalığın ortasında masum, aklında içinden geçtiği büyük ve gösterişli semte arkadaşlarıyla gelmek olan, sınıfa saçlarını hep atkuyruğu yapıp gelen esra'yı uzaktan uzağa seven ama açılamayan, sekiz yaşında bir çocuğum.

kocaman bir hayat var önümde, oysa şimdi annemin yanında, bizim eve çıkan yokuş merdiven sokaktan yavaşça, hatta annem yorulduğu için dinlenerek arada sırada, çıkmamız lazım. birazdan eve gideceğiz, çarşıdan aldıklarımızı mutfağa koyacağız, biraz yeşillik, biraz ismini daha bilmediğim sebzeler. annem ne derse onu yapmalıyım, çünkü daha sekiz yaşındayım.

sen'i bilmiyorum daha, esra var, o kadar uzun vadeli değil, onun da farkındayım, bu da koyuyor bana.

büyüyünce çok şey olmak istiyorum. aşık bir mühendis olmak istiyorum mesela, t cetvelini söylenerek taşıyan abim gibi olmak istiyorum, babam ne derse kızacak birşey bulan ablam gibi asi olmak istiyorum, bazı akşamlar eve sarhoş dönen amcamın oğlu gibi çakırkeyf olmak, mahalledeki bakkal amca gibi kendimden küçüklere evlat demek, son saniyede gol atan futbolcular kadar mutlu olmak, büyüyünce üç beş dakika da olsa aya gitmek, yabancı bir ülkenin sokaklarında kaybolmak, deniz kenarında sabahlamak, ananemin komşularına hava atabileceği işler yapmak istiyorum.

sekiz yaşındayım, sen hiç sekiz yaşında oldun mu?

sen'in elini bu benim sevgilim diye tutup mahalledeki çocuklara göstermek, eğer senin için de uygun olursa filmlerdeki gibi öpüşmek istiyorum sen'inle, tabii uygun olursa.

sana biraz eylül'den bahsetmek istiyorum, tabii uygun olursa.


20100904

f***

Sevgili Ben Sherman,

eylül yine geldi ve o kadar uzun zamandır yazmamışım ki klavyede harflerin yerini karıştırmaktan, sana da bu mektubun satır aralarında istediğim şeyleri anlatamamaktan korkuyorum.

denizden geçen gemilerdeki adamlardan bahsetmiştim, bilirsin istanbul denize kapı komşu bir kent ve sen, eğer bu şehirde yaşıyorsan denizin külüne muhtaçsın. İstanbul, sevgili Ben, senin istanbul'u böyle uzak bir yabancıdan değil, anlayacağını bilsem eski bir şairden dinlemen lazım. çünkü istanbul, benim fazlaca dinlediğim yavaş şarkılar gibi insanın içinde bir yer eden memleket, adamın içine oturan bir memleket, bak dikkat et, kafiye olsun, ölsün diye değil, senin hayatının ucunda yaptığın herşeyi gözleyen bir anne, sessizliğini dinleyen sessiz bir arkadaş, öldüğünde arkandan iyi konuşacak uzak bir arkadaş, sana sigarayı bırak diyen samimi bir tanıdık. velhasılı, istanbul, benim i'lerini ufak yazdığım istanbul, ufak çocuklar kadar saf söyleyebilir sana duymak istemediklerini.

bak ben insanlar görüyorum, marketin önünde oturmuş düzenli oturur amcalar. ki o amcalar bu yazıları okusa der ki, yürü git kardeş, bizle uğraşma. insanlar görüyorum ki ölecekler, herkes gibi. bu insanlar benim içimde bir yerleri acıtıyor, eskisi kadar insanın içini acıtacak aşklar göremiyorum ne yalan söyleyeyim, bu benim içimi acıtıyor, garson çocuklar görüyorum ki her biri saklanmış şehrin uğultusuna, ki içimde kelimeler var, yazamıyorum, acıtıyor bir sağ sol yanımı.

Sevgili Ben, seninle konuşmayalı bir asır oldu neredeyse, oysa yanı başımda öylece durduğunu herkes bilir. yüzüne bakınca seni tanıdığımı ben hatırlarım. hatıralar sevgili Ben, beni iyi hatırlamayalabilirsin; ben ki çokca kötülük yapmış olabilirim sana, istemeden. ama iyi hatırla, o zaman da söylerdim sana, eğer içinde çok da bilmeden yapmış olduğun yanlış birşey varsa, o yanlışları 0,22 ile çarpacaksın, bu telafi eder bir çok şeyi.

yanı başında ben durabilirim ya da yerimi almış olabilir hiç de istemediğim bir yabancı. umarım iyi bakıyordur sana. sana ancak bunu söyleyebilirim günümüz istanbul'unda.

adamlar görüyorum, insanlar değil ve içimi acıtıyorlar boş zamanlarında.

sevgili Ben, ben diyorum sana, belki de bu ikimiz üçümüz ve çoğumuz için yeterlidir bazı şeyleri anlatmaya.




20100621

f*d

Oyle adamlar var ki mardin'de yasiyorlar, mardin ki benim kalbimin yuzde besi, sen tut(ma) bu adamlar oranin taslik evlerinde yasasinlar, yuzleri hep gulsun genellikle bazen ama hep. Bu adamlarin bir suru cocuklari var, o cocuklar bizim gibi yabanci olduklari kiyafetletinden degil yabanci bakislarindan anlasilan yabancilara ara sokaklardan gecen kestirmeleri gosteriyor, kestirsen bile uzun degil mardin, olsun, o cocuga butun aksamustusunu bize verdigi icin dondurma alayim diyorum, en pahalisindan degil en ucuzundan, almiyor, annem bana hergun aliyor diyor, utangac, kestirme, yanimizdan uzaklasiyor.

Bazi adamlar bazi kadinlari cok seviyor da degismiyor dunya, boyle mi degisecek zaten, benimki de laf, soz, kelime.

Simdi dunyanin ismini burada ansam yok artik kentinte adamlara bakiyorum. Adamlarin acelesi var ama caktirmiyorlar. En kodamanini da goruyorum, cok iyi bir kariyer, guzel elbiseler, karizmatik falan, eli cebinde konusan adamlar karizmatik oluyor zaten, ah bu adamlar neler biliyor da soylemiyorlar.

Bir de otelin lobisindeki anlamsiz masada, ben ne zaman gecsem ayni masada oturan bir baska adam goruyorum. Benim uzmanlik alanim birsey yapmadan durabilmeyi beceren adamlar, lakin bu adami pek anlamiyorum. Sanki birseyler anlatmaktan yaklasik sekiz sene once vazgecmis de oylece duruyor, ayni masa, kestirmesini bildigim kucuk otelimin odasina sessizce geciyorum.

Bu anlattiklarim sevgilim, hayat memat meselesi aslinda, sana tuyo vereyim.

Hayat dedigin birgun bitiyor nihayetinde, e maalesef oyle. Zaten manasini arayan arkadaslarla konustuk, bunu beni boyle biliyor saglam adamlar.

Son kelimemizden devam edersek, adamlar diyorduk degil mi, adamlar, bazi adamlar kocaman sehirlerde buyuk kucuk, kalan adamlar az kimsenin bildigi yabanci kentlerinde kucuk kucuk, birbirinden habersiz yasayip gidiyorlar. Hep bir fazlasini istiyoruz hayattan, ustu aman sakin kalmasin, derdimiz dersimiz bir sekil mutluluk, nihayetimiz fin, bu bana garip geliyor bazi zamanlar.

20100429

f

daha hüzünlü şeyler yazmak isterdim ama bu da benim öbür yanım..



20100416

f*keane

bu yazıyı yazmazdım da yatmadan önce bir 'keane' şarkısı dinlemek geldi, içimden, dışımdan, içim dışım bir.

biraz alkol tüm bünyeleri güzelleştirir. biraz alkolün sağlığa yararı bile vardır bence, bu benim fikrim, sen sakın içme.

bir keresinde bir smiths şarkısını tam 44 defa arka arkaya dinlemiştim, please please let me get what I want.

bu yazıyı yazdım da hala içimde adamlar dolaşıyor ki sözde size onların hikayelerini anlatacaktım, adamlar içimde bazen öyle bir dolaşıyor ki, işte o zaman anlıyorum, yaşıyorum.

küçük memleketlerde zaman daha yavaş geçiyor, bunu da biliyorum.

olduğu kadar.