20081003

bakma bana öyle..


Orhan Pamuk’un masumiyet’inin çıktığını öğrenince, şu askeri günlerimde çok memnun olduğumu, okurken günlerimin daha bir kolay geçeceğini düşündüğümü belirtmeliyim. Çünkü yazarımızı pek sevmekteyim ve kelimeler arasında fark ettiği ince ayrıntıları çoğu vakit şaşkınlıkla okumakta, bu kadarı da olmaz demekteydim. Özellikle “İstanbul” başlı başına böyle fark etmelerin, bir insanın kendi dünyasına bu kadar içten bakıp yazabilmesinin ürünüydü, zaten bu üst düzey kitap oskarın da sahibine gitmesine sebep olmuştu, birçok yabancının da İstanbul’a uzaktan aşık olmasına.

“Masumiyet” in bir aşk romanı olduğunu daha kitap çıkmadan gazetelere yeni kaset çıkaracak sanatçı modeliyle lanse edildiğinde öğrenmiştik. Konu aşk, yazar da Pamuk olunca herkes (istinasız herkes) kitabın muhtemel okurları arasında yerini aldı. Aşk gibi harc-ı alem bir konuda yazmanın dayanılmaz hafifliğini ve satarlığını da anlayıvermiş olduk. yapılan pazarlamaya, bu işlerden ekmek yiyen birisi olarak laf söyleyecek değilim.

Lakin “masumiyet” beni ciddi bir hayal kırıklığına uğrattı.

Bir aşk bu kadar ama bu kadar acı verici olabilir ve bu kadar uzayabilir mi? Zannımca benim yazara pek katılmadığım ve kitabın bütün inandırıcılığını gözümde kaybetmesine sebep olan kısım bu oldu. Doğuştan gelen bir yetenekle (?) konu ne olursa olsun kaybetmeyi ve kendimi acıtmayı bir yerde keseceğim için değil, yalnızca filmlerde olabilecek bu çilekeş aşk hikayesinin kitabın oluşturmasını beklediğim gerçek dünyadan bir müddet sonra kopup gitmesi, uzun uzadıya devam eden sayfalar boyunca kurgunun bir adım öteye geçmeden hep aynı hastalıklı aşkın içinde dönüp durması (ki bu süre kahramanlarımız için 8 sene..) elimde tuttuğum kitaba bu mu yani diye bakarken, bir sonraki sefer kaldığım yerden devam edecekken sıkıntılı bir ifadeyi yüzümde yakalamama sebep oldu.

Artık aşktan başka her şeye benzeyen takıntısına ait objeleri diğer hayatın (Füsun) bu kadar içine girerek toplaması ve nihayetinde tüm topladıklarının açılacak bir müzede bizlere gösterilecek olması beni çok çekmese de, müzeye gitmeyeceksem de güzel bir düşünce ama bu romanın fazlasıyla bu müzeye yaslandığını düşünmeme engel olmuyor.
Aşkı anlatan Pamuk’un, Füsun’un neyini bu kadar çok sevdiğini, Füsun’un aklından neler geçtiğini sessiz bir dille anlatırken böyle madensi bir konunun daha da dibine girerek insan neye, neden, ne vakit aşık olur sorusuna da en azından dokunmasını dilerdim. Tüm bunlar ‘aşkımdan öleceğim tanrım’ nidalarından öteye gitmeyen sayfalar arasında ilerlerken sadece kaybetmiş bir adamın giderek platonik monologlarına dönüşüyor. Oysa aşk sadece karşında sevgilini görünce kalbinin atması değil, iki kişinin bire giden yolda paylaştıkları değil midir?
Yazarın aynı Nişantaşı içerisinde ve kendi hayatından parçalar ile dolaşması biraz ucuza kaçması gibi geliyor. Yazarlar elbette yaşadıklarından fazlasını ancak hayal ederek hatta yaratarak bir yerlere varırlar ama zengin, sosyal, modern bir beyaz Türk’ü her seferinde kitaplarda bulmaktan iyisi yapılabilirdi, Nobel sahibi bir yazarın yapması en azından denemesi lazımdı diye düşünmekteyim.

Neysem, görüldüğü üzere beni biraz yoran bu kitabı böyle yerden yere vurayım, tabii ki en başta söylediğim gibi Pamuk’un fark etmelerinin bilahare tabiri yerindeyse hastasıyım ama daha iyisini yapabileceğini bildiğim için kızgınlığımı da yazayım dedim.